Böğürtlen Şarabı
Sonunda hayalini
gerçekleştirebilmişti. Nihayet nereye gittiğini planlamadan, neler görüp
keşfedeceğini tahmin edemeden gezecekti. Dünya büyük ve hepimizindi. Onu ancak
gezip görerek tanıyabilir hatta belki anlayabilirdik. Merak etmeden,
keşfetmeden sadece yaşamış olmak için yaşayanları anlayamıyordu. Görecek bu
kadar güzellik, okuyacak bunca kitap varken insanlar nasıl hiçbir şey yapmadan
durabiliyorlardı? Bir karar vermişti yıllar önce. Gezebildiği kadar gezecek,
okuyabildiği kadar okuyacaktı. Bavulunu hazırlayıp çıktı yola. Arabası,
kitapları, müziği, bavulu ve kendisi. Hepsi bu kadar. Mutluydu. Huzurluydu.
Gerçekten güzel bir şeyler yaptığını hissediyordu çünkü. Uzunca bir süre yol
gittikten sonra güzel bir kıyı şehrinin küçük bir kasabasında durmaya karar
verdi. Daha şehrin girişinde sevmişti burayı. Küçük, şirin ve sakin bir şehirdi.
Gün batıyordu. Kendine deniz kenarında bir pansiyonda bir oda kiraladı. Yüzmeye
karar verdi. Üstünü değiştirip kumsala indi. Birkaç genç dışında deniz tenhaydı.
Sakince, suyu her hücresinde hisseder gibi girdi suya. ‘Sonsuzluk' dedi
içinden. Masmavi, sakin görünen ama son derece karmaşık bir sonsuzluk… Kendini
bir balık gibi hissederek yüzdü. Sanki burası onun eviydi ve nihayet
kavuşmuştu. Daldı, kulaç attı, yorulup su üstüne yattı. Güneş tamamen batmıştı.
İyiden iyiye acıkmıştı artık. Odasına girip yıkandıktan sonra gelirken gözüne
kestirdiği ufak lokantaya gitmeye karar verdi. Yine deniz kenarında, bembeyaz
tahta masa-sandalyelerin ve rengarenk çiçeklerin olduğu, boyanmış su
kabaklarının çevreyi aydınlattığı sevimli bir lokantaydı burası. Yemeğini, bir
yerlere yetişmek için ayaküstü yediği her yemeğin acısını çıkarırcasına, hiç
acele etmeden, yavaş yavaş yedi. Lokantadan ayrıldıktan sonra kumsalda yürümeye
karar verdi. Ayakkabılarını çıkardı, denizin kıyısından yürümeye başladı. Ara
sıra dalgalar çarpıyordu ayaklarına. Hava açık, yıldızlar parlaktı. Derin derin
içine çekti sonsuzluğun tuzlu kokusunu. Yorulmuştu ama öyle tatlı bir
yorgunluktu ki bu… Pansiyona gidip bir şeyler içmeye karar verdi. Bu tatilin en
sevdiği yanı da bu olmuştu işte. Plan, program yoktu. O an ne istiyorsa, aklına
ne geliyorsa onu yapıyordu. Pansiyona varınca odasından kitabını aldı ve denize
bakan terasa çıktı. Resepsiyonu arayıp bir şişe böğürtlen şarabı ve biraz
çikolata istedi. Böğürtlen şarabı özeldi onun için, bir içki değildi yalnızca.
Çünkü bu şarabı ne zaman içse en güzel aile yemeklerinde annesiyle babasının
kadeh tokuşturması canlanıyordu gözünde. Tokuşturulan kadehlerde hep bu şarap
olurdu. Büyüdükten sonra onda da alışkanlık oldu bu. Kendini iyi hissetmek
istediğinde bu şarabı içerdi. Masayı hazırladı, en sevdiği şarkıyı açtı. O
sırada şarabı ve çikolatası geldi. Terasa çıkıp yerine kuruldu. Ayaklarını
uzattı. Elinde kitabı, kulağında müziği, yanında kadehiyle şu an huzurdan
ölebilirdi. İnsan hep kederden ölmezdi ki…
YESENYA
Yorumlar
Yorum Gönder