Adalet Tanrıçası

Korku. Hissettiği tek şey buydu. Tamamen dibe vurmuştu. Olanları hala kabullenemiyordu ve bu çaresizlik onu daha çok korkutuyordu. Küçük ve son derece karanlık bir odanın köşesine kıvrılmış ne yapacağını bulmaya çalışıyordu. Üstü başı kir pas içindeydi. Kaçarken sürekli düşmüş toza, çamura ve daha bir sürü pisliğe bulaşmıştı. En kötüsü de ellerinden ve dizlerinden yaralanmıştı ve ciddi şekilde kanamıştı. Ama acı hissedemiyordu. Korku ve adrenalin çok daha baskındı. Şu anda yasal olarak kaçak bir suçluydu ve tam olarak ne yapacağını bilemiyordu. Oysa gerçekleri bir bilseler, onu bir kere olsun dinleseler aslında suçlu değil kurban olduğunu anlarlardı. Bu sabah uyandığında her şey oldukça normaldi. Her zaman uyandığı saatte uyandı, hızla hazırlanıp işe gitmek için evden çıktı, köşedeki pastaneden sıcak bir simit alıp otobüs durağına doğru yürürken karnını doyurdu. İş yerine vardığında müdürün odasına çağrıldığını öğrendi ve işte tam o an bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı. Bir borsa şirketinde çalışıyordu ve işi tamamen paraydı. Konu para olunca her şey çok daha karmaşık ve zor olurdu. Gergin ama tedbirli girdi müdürün odasına. Tam tahmin ettiği gibiydi. Müdür yüzü sinirden kıpkırmızı, masasının üstüne oturmuş tırnaklarını yemekle meşguldü. Tam ‘beni çağırtmışsınız’ diyecekti ki müdür hırsla etrafına tükürükler saçarak bağırmaya başladı.
“Bunu nasıl yaparsın? Sen benim en güvendiğim çalışanlarımdandın, nasıl yaptın? Müşterilerin hesaplarını hackleyip kendi hesabına para aktarmakta ne demek oluyor?...”
Gerisini dinleyememişti. Hesabına para aktarmakta neydi? İnsandı sonuçta, her şeyi yapabilirdi ama çalıştığı yere, emek verdiği bu şirkete asla ihanet etmezdi. Para kaçırmak, insanları dolandırmak… Bunlar çok ciddi ithamlardı. Somut bir kanıt olmadan nasıl böyle suçlanabiliyordu? Aklına bu soru gelince kendine geldi. Girdiği şoktan çıkıp hala bağır çağır hakaret etmekte olan müdürü susturdu: “Bir dakika, bir dakika. Bu nasıl iğrenç bir itham böyle? Benim böyle bir şey yapacağımı nasıl düşünebildiniz? Ben sizin yanınızda bu işi öğrendim. Beni ailem kadar iyi tanırsınız. Nasıl, nasıl…” Artık sadece sayıklıyordu. Hayatında hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Oysaki müdürün yüzünde güven değil gittikçe artan bir tiksinti vardı. Ve bu sefer etrafa değil, doğrudan doğruya suratına tükürürcesine: “Nasıl bu kadar kolay inkar edebiliyorsun? Seni gerçekten tanıyamadığımı daha iyi anlıyorum. İtham diyor bir de yüzsüzce. Elimizde delil olmadığını ve bu acındırma numaralarıyla bizi aptal yerine koymaya devam edebileceğini mi sandın? Al, işte hepsi burada!” dedi ve elindeki kağıtları oturduğu masanın önüne fırlattı. Hala söylenmeye devam ediyordu müdür, ama o sadece kağıtların üzerindeki rakamlara odaklandığından tüm bu söylemler gürültü gibi geliyordu. Bu kağıtlar trilyonlardan bahsediyordu. Ve ait oldukları hesap numarası kendi hesap numarasıydı. Kocaman harflerle ismi yazıyordu. Karalanmış gibi, damgalanmış gibiydi. Şok içinde müdüre baktı. Çaresizliğini, masumluğunu yüzünden, gözlerinden anlasın istiyordu. Filmlerde hep böyle olmaz mıydı? Masum olan kendisini dinleyenlere öyle bir bakardı ki, herkes onun masum olduğunu anlardı. Gözlerinden anlaşılmadığını fark edince haykırmak, bağırmak, ben yapmadım diye tepinmek istedi ama ağzından tek kelime çıkmadı, çıkamadı. Gözleri doldu. Tuttu kendini. Ağlamamalıydı. Güçsüz ya da daha da kötüsü suçlu ve pişman gibi görünebilirdi. O sırada hala söylenmekte olan müdürün laflarına kulak verdi. “…geçen benden son beş yılın devamlı hissedarlarının listesini istemenden anlamalıydım…” O an şimşek çaktı beyninde. O listeyi kendisi için istememişti ki. Kendisinin hemen yan ofisinde olan arkadaşı istemişti. O kızın her zaman saf ve korunmasız olduğunu düşünürdü. Sürekli birlikte yemek yer, kahve içer gündelik dertlerden konuşurlardı. Evli ve mutsuzdu. Kocasını sevmiyor ama ayrılsa boşluğa düşeceğini düşündüğünden seviyormuş gibi yapıyordu. Her zaman onu överdi bu kız. Hep kendisine imrendiğinden, çok güçlü olduğunu düşündüğünden bahsederdi. O da salak gibi inanırdı. Kızın mutsuz ve saf olduğunu, kendini idol olarak gördüğünü düşünür hatta ona acırdı. İşin ironik yanı, ona hesap numarasını kendi elleriyle vermişti. Geçen ay ödemeye gitmeye üşendiği kart borcunu ödemesi için ona rica etmişti. O saf ve temiz kızda hiç ikiletmeden kabul etmiş, gidip hemen onun yerine ödemişti borcu. Hatta kendini kötü hissetmişti o zaman. Kızı resmen kullanmıştı, üstelik bunu sadece üşendiği için yapmıştı. “Ah salak kafam, ah…” diye dövünmeye başladı. Kendini ne kadar da büyük görmüştü öyle. Sanki bir zeki kendisiydi. Hatta ne zekisi ya, düpedüz salaktı. Müdürün odasından hırsla çıkarken müdür arkasından ‘hiçbir yere kaçamazsın, polisler yolda ve güvenlik tüm kapıları kapattı…’ diye bağırıyordu. Onun derdi kaçmak değil yüzleşmekti. Doğru kızın odasına giderken kimsenin olaydan haberi olmadığını herkesin kendi işiyle uğraştığını fark etti. Kaos yaratmamak için kimseye söylenmediğini, polis gelince herkesin olayı öğreneceğini anladı. Daha önce böyle iki tane suçlu çalışanı yakalatmıştı, işlerin nasıl yürüdüğünü en iyi kendi biliyordu. Odaya girdiğinde onu gayet sakin bacak bacak üstüne atmış halde buldu. Kendinden emin ve rahattı. Yüzünde mide bulandırıcı bir gülümseme vardı. “Neden?” diyebildi yalnızca. Diyecek çok lafı vardı aslında ama konuşursa ağlayacağından korkuyordu. Zayıf görünemezdi, suçsuzdu! O ise tüm rahatlığıyla konuşmaya başladı. “Aslında seni seçmek için uğraşmadım. Aksine sen benim kucağıma düştün. O hesap numarasını verene kadar aklımda yoktun. Her zaman bana acır gibi bakman ve şefkatli anne edalarında takılman canımı sıkmaya başlamıştı zaten. Güzel denk geldi. Çabalama. İspatlayamazsın. Karda yürüyüp iz belli etmemek benim işim.” O kadar rahat ve olağan konuşuyordu ki… Onu öldürmek istedi. Tek bir hamleyle boynunu kırmak, ya da hemen arkasında duran pencereden aşağı savurmak... İkinci katta olduklarından muhtemelen hiçbir şey olmazdı. Ama olsun, bir şeyler yapmak onun canını yakmak istiyordu. Kendi kendiyle hesaplaşırken koridorda bir hareketlenme oldu, kapıdan gizlice baktı, en önde müdür arkasında bir karakol dolusu polis kendisinin odasına gidiyorlardı. Bir şey yapmalıydı. Duramazdı burada, suçsuzdu! Az önce onu atmayı düşündüğü pencereden alt kattaki klima pervanesine, oradan da işlek caddeye atlamayı düşündü. Anında karar vermesi, hatta mantıklı karar vermesi gerekiyordu. O kız o kadar kendinden emin konuşmuştu ki, her şeyi ortaya çıkarabileceğine inancı kalmamıştı adeta. Aceleyle düşündüğünü yaptı. Önce ne yapmaya çalıştığını anlayan kızı bir hamlede duvara savurdu sonra da atladı pencereden. Klima pervanesinden yere atlarken ellerini ve dizlerini kanatmıştı ama durmadı. Ayağındaki topukluları güç bela çıkarıp koşmaya başladı. Her hafta gittiği spor salonu nihayet işe yaramıştı. Durmadan koşması gerektiğini sayıklıyordu kendi kendine. Şehir merkezinden çıkıp çevre mahallelere gitmeliydi. Ne kadar zaman koştuğunu anlayamadı. Nihayet köhne bir bina bulmuştu kendine. Hemen içeri girdi. Birçok evsiz ya da bağımlının sığınabileceği bir yerdi burası. Şansına boştu. İçerde yan yana getirilip yatak amaçlı kullanıldığı belli olan kartonları gördü. Ağlayarak çöktü oraya. Kendini bu kadar tuttuktan sonra ağlaması çok daha şiddetli olmuştu haliyle. Nasıl olabilirdi bu? Nasıl kendisinin başına gelebilirdi böyle bir şey? Bu olsa olsa kötü bir polisiye filminin konusu olabilirdi. Kendi başına gelemezdi, gerçek hayatta olamazdı. Uzun süre ağladıktan sonra, artık mecali kalmadığında düşünmeye başladı. Olan olmuş herkes öğrenmişti. Artık vahlanmak yerine çözüm üretmeliydi. Neden kaçmıştı? Çok büyük aptallıktı bu. Suçlular kaçardı. Yalnız ve suçlu olduklarını bildikleri için, tek çıkar yolları kaçmak olduğu için kaçarlardı. Oysa ki o hem masumdu hem de etrafında onu seven ona inanabilecek bir sürü insan vardı. Adalete inanmıyordu evet, bu işin kendi üstüne kalma ihtimali daha çoktu evet, ama yine de hakkını aramaktan kaçamazdı. Sadece korkak olduğu için işlemediği bir suçu üstelenemez bunun cezasını çekemezdi. Sakince plan yapmalıydı. Öncelikle kaçıp her şeyi mahvettiği için geri dönüp teslim olamazdı. Polisler onun sadece korktuğu için kaçtığına hayatta inanmazlardı. Önce en yakın ve kafası çalışan birkaç arkadaşını aramalı, polislerin bulamayacağı bu yere gelmelerini sağlamalıydı. Telefonu, çantası, cüzdanı… Her şeyi ofiste kalmıştı. Sokaktan geçen birinden telefon isteyebileceği geldi aklına. Birinin telefonu ezberindeydi, diğerlerini de o arkadaşı toplayabilirdi. Önce arkadaşlarını buraya toplayacak sonra bir çözüm bulup bu saçmalıktan kurtulacaktı. Kendini daha güçlü hissetmeye başladı. O kızın adeta kendisiyle alay eden gülüşünü hatırlayıp iyice hırslandı. Haklılar haksızlar kadar cesur olmalıydı. Bir şeyler değişmeliydi, adalet kendisine altın tepsiyle gelmiyorsa, filmlerdeki gibi insanlar masumiyeti gözlerden anlamıyorsa onun gidip adaleti elde etmesi gerekiyordu ve bu böyle oturup kendine acımakla olmayacaktı. Kendini adalet tanrıçası Themis gibi hissederek kararlılıkla ayağa kalktı, üstünü başını elinden geldiğince temizleyip ayakkabılarını giydi. Kafasını dikleştirip telefon rica edebileceği birini bulmak için sokağa çıkarken en sevdiği şarkıyı* mırıldanıyordu usul usul...

*Şarkı önerisi:  4 Non Blondes- What’s Up

                                                                                               YESENYA

Yorumlar

Popüler Yayınlar