MATİZ
Dar ve ıssız sokakların birinde, nereye
gittiğini tam olarak kestiremediği bir halde yürümeye çalışıyordu. Zihninin
bulanıklığından adım atma yetisini kaybetmeye yakın olduğunu hissedip elini sağındaki
duvara dayayarak yürümeye devam etti. Hafiften yalpalıyor, ama yine de
durmuyordu. Biraz durursa uyku tüm ağırlığıyla çökecekti, hissediyordu. Yosun
tutmuş duvarın soğuk ve nemli hissi iyi gelmişti. Alkolün vücudunda gezdiğini
hissediyordu. Kanında ilerleme yavaşlığının tam zıttı bir hızla zihnini
bulandırmasını, kalp atışını arttırırken hareketlerini yavaşlatmasını
algılayabiliyor ama engel olamıyordu. Duvarda gezen eline baktı. Normal bir
hızla yürümesine rağmen duvarın hızı oldukça yavaştı. Sanki görüntüler zihninde
ağır çekimle sergileniyordu.
Yaşadığı tüm gecelerin aynısı bir geceydi. Sabah işte koşturmuş, akşam ayakları
geri geri giderek evine girmişti. Her zamanki sakin maskesini takıp karısının
söylediği her şeyi dinliyormuş gibi yaparak susmuştu. Kendisinden adam
olmayacağını, berbat bir koca olduğunu ve daha bir sürü hakareti dinleyip
duymamış gibi yapmıştı.
“Senden nefret ediyorum!”
Karısının her hakaret sonrası bas bas
bağırmasına alıştığı bu son cümle de gelince, uzun nutkun bittiğini anlayıp
rahat bir nefes aldı.
Nefret. Duyguların en yoğunu belki de. Yoğun olduğu kadar yıkıcı ve bir o kadar
yakıcı… Hatta bazen öyle büyür ki insanın içinde; her şeyi yakıp yıkmadan, o
nefreti kusmadan sönmez içindeki ateş. Karısının içindeki nefreti akıtma
yöntemi buydu işte. Bağırıp çağırmak, edebildiği tüm hakaretleri etmek ve
“Senden nefret ediyorum!” diyerek son noktayı koymak...
Kendisinin nefreti yaşama şekli ise karısının tam aksine içine dönmekti. Bu
yöntem belki de en zoruydu. Var olan tüm o kirli düşünceleri, hissettiği tüm
hisleri; öfkeyi, yıkım isteğini içine atıyordu. Bağırmak yerine susup
yutkunuyor, aklından geçenleri anlatıp rahatlamak yerine yumruklarını
sıkıyordu. Biriktirdiği tüm bu duygular en olmadık zamanlarda açığa çıkıyor,
acı içinde kıvranmasına sebep oluyordu. Unutamıyordu bu yüzden. Yıllar önce
olmuş bitmiş bir mesele şu an bile tüm detaylarıyla aklındaydı. Silinip gitmesi
için içinden akıtması, heybesinde biriktirdiği tüm çer-çöpü savurması
gerekirdi. Yapamıyordu. Canı her yandığında geçmişi hatırlamak yerine geleceği
düşlemek gibi bir yöntem geliştirdi yıllar içinde. İnce ince planlar kurardı
kafasında. Hayatının en büyük başarılarını bu nefret nöbetlerindeki planları
sayesinde yakalamıştı. Büyük işlere imza atmış, iş dünyasında adından sıkça söz
ettirmişti. Herkes bu başarılarının arkasında torpil veya şans var sanıyordu.
Başarı sırrının bitmek tükenmek bilmez bir nefret olduğunu kim bilebilirdi ki?
İçindeki nefret baş edilemez bir hale gelince yaptığı şey ise yürümeyi unutacak
hale gelene kadar içmekti. Bu durum başlarda kendisini rahatlattığı bir yöntem
olsa da, zamanla vazgeçemediği bir alışkanlık olmuştu. Kendini uyuşturacak
derecede içmesinin bir gizli sebebi daha vardı ki, bunu kendine bile itiraf
etmiyordu; içtikten sonra günlük hayatta olamadığı kadar açık sözlü ve sert
olabiliyordu. Her denilene susup yutkunarak cevap veren o adam gidiyor, yerine
hakkını arayan hatta bazı zamanlar başkalarına sataşacak kadar yüreklenen bir
adam geliyordu. Susmuyor, içinde ne varsa haykırıyordu. Haykırıyordu çünkü
sesini ayarlayamayacak bir düzeye gelmiş oluyordu. Sağa sola çatmaya, ses
çıkaramadığı her anın acısını çıkarırcasına bağırmaya başlıyordu. Bu yüzden
müdavimi olduğu birkaç yere artık gidemiyordu...
Yine karısıyla tartıştığı ve kendisinden nefret edildiğinin suratına vurulduğu
bir gecenin sonunda ceketini alıp kendini sokağa atmıştı. Hayat zaten yeterince
zor parkurlarla dolu bir oyun alanıydı, bunun üzerine sevgisizlik eklenince
insan yaşama amacını kaybediyordu. Bunları kafasında kurarak, ‘orada öyle
deseydim, burada böyle davransaydım’ la başlayan pişmanlık cümlelerini
kafasında sıralarken önünden geçtiği meyhanenin içinden yükselen Müzeyyen
Senar’ın içli sesi ve gelen nefis kokular onu adeta içeriye davet etti.
Düşüncelerinde boğuluyorken birden kendini bir masaya oturmuş, meze seçerken
buldu. Birkaç saat sonra ise ortamın ve içtiklerinin verdiği rahatlıkla
zihninin açıldığını, daha cesaretle kararlar verebildiğini fark etti. İstemsizce planlar kuruyordu
zihni. O gece günlerce uğraşıp çözüm bulamadığı problemlere yaratıcı çözümler
bulmakla kalmamış, eve gidince kendisinin içkili halini gören karısının
şaşkınlıktan sus pus olduğunu görmüştü. Bir taşla iki kuş… O günden sonra her
gün tekrarladı bu ritüeli. Bu süreçte bir sürü proje üretip, birçok sıkıntısını
giderdi.
Kendisine borçlu olan bir arkadaşı vardı, aylardır çekinip parasını
isteyemiyordu. Böyle akşamlardan birinde gaza gelip o arkadaşını arayıp ağzına
geleni saydı. Ertesi gün para hesabına yatmıştı. O arkadaşı bir daha yüzüne
bakmamıştı gerçi, ama olsun bir sorundan daha kurtulmuştu. Yıllardır
kendisinin arayıp da bulamadığı o cesaret artık avuçlarındaydı. Bunu
kullanmayıp elinin tersiyle itmek ise ahmaklık olurdu. Günler, haftalar sonunda
artık bunun sığınılan bir limandan çok bir mecburiyet halini aldığını fark etse
de bir değişiklik yapmadı. Tam iki yıl böyle gitti. Çok fazla zayıflamış,
birçok hastalık nüksetmişti. Günlük hayatında ise normalden çok daha pısırık,
çok daha suskundu. Konuşabilmek için alkolün gücüne ihtiyaç duymaya başlar
olmuştu.
Yine bir gün eve dönerken normalden biraz fazla bulanan midesi ve dönüp duran
başı yüzünden evin girişine geldiği halde bir süre kapıyı açıp içeri girecek
gücü kendinde bulamayıp merdivenlerden birine çöküp oturdu. Ne kadar olduğunu
kestiremediği bir sürenin sonunda ayağa kalkıp yalpalayarak kapıya yürüdü,
cebinden anahtarını çıkarıp uzunca bir süre anahtar deliğini aradı. Nihayet
kapıyı açmayı başarınca etrafın zifiri karanlık olduğunu görüp istemsizce
durdu. Düşünemeyecek kadar bulanmış aklıyla eşinin nerede olduğunu, evdeki
ışıkların nereye kaybolduğunu anlamaya çalışıyordu. Düşüncelerini kontrol
etmeye, aklına gelen sorulara mantıklı cevaplar bulmaya uğraşsa da bulanık
zihni ve olanca ağırlığıyla üzerine çöken uyku hali buna izin vermedi. Odasına
giden koridora serilmiş pofuduk halının üzerine devriliverdi. Öğlene doğru,
ancak beynine saplanan yüzlerce bıçağın yaratabileceği bir ağrıyla uyandı. Gözlerini
açamıyor, tüm gece sert zeminde yattığı için tutulan kaslarından dolayı hareket
edemiyordu. Gözleri kapalı sırt üstü yatar halde bir süre durdu. Nefes alıp
vermeye, ayılmaya çalıştı. Gözlerini açtığında değişen bir şeyin olmadığını,
kalkmaktan başka çaresinin kalmadığını idrak edip kendini kalkmaya zorladı.
Doğrulunca var olan bıçak darbesi acısına bir de baş dönmesi eklendi. Başını
hafifçe önüne eğerek dönme hissine alışmaya çalıştı. Bir zaman sonra ayağa
kalkmayı başarıp banyoya yürüdü. Aynadaki aksine bakınca sarsıldı. Avurtları
çökmüş, gözaltları mor, gözlerinin beyazından eser kalmayacak kadar kan çanağına
dönmüş korkunç bakışlar ve üzeri boydan boya kusmuk olan mavi gömleği… Midesini
bulandıran o kokunun kaynağını bulduğuna sevinip gömleğini kirli sepetine attı.
Birden onun orada durdukça daha fazla kokacağını düşünüp almaya yeltendi. Sonra
aklına, karısının zaten onu o halde bırakmayıp mutlaka yıkayacağı geldi. Gömleği zihninden silip yüzünü yıkamaya başladı. Suratına çarptığı iki
avuç sudan sonra birden durdu. Karısı. Evet, karısı. Neredeydi o? Bu saate
kadar onun koridorun ortasında kusmuk kokulu, perişan bir halde uyuyup
kalmasına nasıl izin vermişti? Dün gece de aynı şeyleri sorguladığını hatırladı
yarım yamalak. Sersem bir halde odadan odaya gezip karısının adını haykırdı. Cevap
veren yoktu. Bir ses, bir seda yoktu. Telaşla telefonunu aldı eline. Kapalı
olduğunu görüp ufak bir küfür savurdu. Açmaya uğraştı ama başaramayınca
şarjının bitmiş olduğunu düşündü. Yatak odasına gidip şarj aletine bakındı.
Göremeyince alışkanlıkla karısının adını bağırdı yeniden. Sessizliğin içinden
kendi sesinin yankısını duyunca bir kere daha dank etti kafasına. Çekmeceleri
kurcalayıp nihayet şarjını bulduktan sonra aceleyle, elleri titreyerek açtı
telefonunu. İçten içe neler olduğunu biliyordu ama insandı işte, gerçekler
yüzüne kallavi bir tokat atmadan ne olduğunu algılamamış gibi yapmakta ısrar
ediyordu. Telefon açılır açılmaz karısından gelen onlarca cevapsız aramayı, yüzlerce
hakaret ve tehdit içeren mesajı gördü. Ve en sonunda bir sesli mesaj:
“Ben gidiyorum. Artık gücüm kalmadı. Senden artık nefret bile etmiyorum.”
Çok soğuk, çok boğuk bir ses tonu… Kızmaya, hatta konuşmaya bile mecali kalmamış bir bıkkınlık vardı sesinde. Karısının kendisinden nefret etmesini, en azından önemsediğini hissettirecek bir küçük sinyal vermesini ne çok isterdi. Bir kere daha “Senden nefret ediyorum!” deseydi…Bu duruma sevineceğini düşünürdü senelerdir. Hep karısıyla boşanırsa ya da bir gün cesaret edip onu terk edebilirse ne kadar özgür ve mutlu olabileceğini düşünürdü. Ama şimdi durum farklıydı. Hayatında sevmediğini düşündüğü, ne olursa olsun yakasından düşmeyeceğini zannettiği karısı bile katlanamamıştı ona. Yetersizlik hissi boyunu aşıyordu. Nefes almakta zorlandığını, göğsünün sıkıştığını hissedip kendini balkona attı. Buz gibi havayı ciğerlerine doldururken gökyüzüne baktı. Bir gün önceki yağmurun sonucunda temizlenen açık gökyüzü ve pırıl pırıl parlayan yıldızlar onunla alay eder gibiydi. Her şey çok güzel ve yolundaymış, bu eşsiz manzarayı yalnızca onun varlığı lekeliyormuş gibi bir hisse kapılıp nefes almaya devam etti. Balkondan aşağı bakıp bir an düşündü. Her şeyi şu an, o saniyede bitirebilirdi. Bu güç iyi hissettirse de, yapacak cesaretinin olmadığını çok iyi biliyordu. Her zamanki gibi sessizce geçti içeri. Bağırıp çağıramayacak, hatta haykıra haykıra ağlama isteğine rağmen bir damla yaş bile dökemeyecek kadar zavallıydı. Onu şu an bulunduğu durumdan çıkaracak tek şeyin ne olduğunu bilerek, odasına gidip karısının itinayla ütülediği gömleklerden birini giydi. Muhtemelen bunlar son temiz ve ütülü gömlekleri olacaktı. Karısı hayatında yokken ne yapacağını düşünemiyordu bile. Devamlı şikayet eden, devamlı sorun yaratan kişi de gittiğine göre o şimdi tüm sorunlarını kimin üzerine atacaktı? Hayatında olan biten her şeyden kimi sorumlu tutacaktı? Ceketini hızla giyinip koşarcasına çıktı evden. Sokağının sonundaki mekana girip siparişini verdi bir solukta. Artık yanına yiyecek söylediği evreyi çoktan geçtiği için siparişleri kolay ve hızlı oluyordu. Dakikalar içinde ilk bardağını bitirmiş, ikincisini sipariş ederken psikolojik de olsa rahatlamıştı.
Gecenin sonuna geldiğinde kaç bardak içtiğini hesaplamayı çoktan bırakmış, eve gitmesinin de artık bir anlamı olmadığını düşünüp oturduğu süreyi iyiden iyiye uzatmıştı. Vücudunun verdiği tepkiler dahi normalin çok üzerindeydi bu gece. Bir şeyler yanlış gidiyordu ama bunu umursayacak halde değildi. Çünkü dayanma eşiği arttıkça ona gelen güç ve cesaret gittikçe azalmıştı. Ne yaparsa yapsın ilk zamanlardaki o cesur, kendinden emin haline dönemiyordu.
Garsonlar masaların hepsini temizlemiş, kendisi dışında oturan olmadığı için tüm masaların sandalyelerini toplamaya başlamışlardı. İmalı imalı homurdanarak onun da gitmesini istediklerini açıkça belli ediyorlardı. Bir bardak daha isterse ters bir tepkiyle karşılaşacağından emin olduğundan hesabı istemeye karar verdi. Mekanın ışıklarını söndürmeye başlamışlardı. Loş ışıkta zaten hazır bekletilen hesap defterini getirdi genç bir garson. İçinden 'bahşişi iyi verse bari…' dediği belliydi. Hesabını cömert bir bahşişle verip masadan kalktı.
Cesareti gelememişti ama bedenini sabit tutamayacak haldeydi.
Soğuk havaya adımını atınca bedeninin, hatta var olan tüm hücrelerinin ürperdiğini hissetti. Dar ve ıssız sokaklardan birine girdi. Zihninin bulanıklığından adım atma yetisini kaybetmeye yakın olduğunu hissedip elini sağındaki duvara dayayarak yürümeye devam etti. Duvarda gezen eline baktı. Yine normal bir hızla yürümesine rağmen duvarın hızı oldukça yavaş gibi geliyordu. “Biraz dursam…” diye düşündü… “Bir dakikalığına şuraya çöküp dinlensem her şey geçecek…”
Tutunduğu duvarın dibine çöker gibi oturdu. Birkaç saniye sonra bedenine hakim olamayıp yığıldığında gördüğü son şey, sokak lambasının ışığı önünde dans eden kar taneleri oldu.
*Müzik Önerisi: Teoman-Çoban Yıldızı
Yorumlar
Yorum Gönder