HEVES
İnsanın
hayattan hep bir beklentisi vardır. Büyük veya küçük; maddi ya da manevi… Bir
yerlerde hep bir beklenti vardır ve insan bunu açığa çıkarmak için farklı
yollar dener. Kimi inandığı Tanrı’ya dua eder, adaklar adar, tapınaklar inşa
eder… Kimi meditasyon yapar, psişik güçler geliştirmeye çalışıp istediğini
oldurmaya çalışır veya totem yapar… Bazen de sessizce bekleyip olmasını diler.
Minicik bir kelebek gibi; elini gevşetse uçup gidecek, çok sıkarsa zarar
verecekmiş gibi korka korka aklının bir köşesinde tutar o dileği. O kadar
kırılgan bir umuttur ki bu; ancak cılız bir mumun odayı aydınlatabildiği kadar
aydınlatabilir insanın içini. Tıpkı benim yaptığım gibi… Çoğu zaman kendime
bile çaktırmamaya çalışarak dilerim bir şeyleri. Büyüsü bozulacak, uğuru
kaçacak diye ödüm kopar. Ya kulaktan kulağa yayılırsa ve o isteğim
gerçekleşmezse ne olacak? Nasıl açıklarım çevremdekilere bunu? Bir dahaki
beklentimde ne tepki verirler mesela? “Bu da öbürleri gibi boşa gidecek”
demezler mi?
Ne düşündüğünüzü biliyorum. ‘Sen hayatını başkalarına göre mi yaşıyorsun, el âlem
ne der diye yaşanır mı?..’ Ben de kendime söylüyorum bunu. Hatta kalabalık
arkadaş ortamlarında ‘Yok yaa, ne takacağım. Bana ne milletin ne dediğinden!’
diye poz kesiyorum. Ama gerçek öyle değil işte. Herkes etrafının düşüncelerini,
yargılayışını, eleştirisini kafaya takar. Ya da şöyle düzelteyim; herkes
sevdiği insanların ne diyeceğini düşünerek yaşar. Hatta biliyor musunuz, çoğu
kişi giyimine bile bu şekilde karar verir. Belki de siz de o kişilerden
birisinizdir, olamaz mı? Herkesin size çok yakıştırdığı o kazağı giyince
kendinizi daha iyi hissetmiyor musunuz? Veya bir ortamda söylediğiniz bir şey
herkesin beğenisini toplarsa kendinize güveniniz artmıyor mu? Bu soruların
cevabının evet olduğuna eminim. Evet, hayatımıza birilerinin fikriyle yön
vermek doğru değil; ancak herkes dışarıdan nasıl göründüğünü çok önemser.
Ben de bu yüzden, yani etrafımdakilerin bana bakış açısı değişmesin diye; çoğu
zaman isteklerimi, hayallerimi kendime saklarım. Bir şeyleri sesli dile
getirmek korkutur beni. Yeni aldığım bir şeyi bile göstere göstere sergileyemem.
Özgüvensizlik mi? Belki... Bir yerlerde okuduğum –ya da duyduğum- bir şey
geliyor aklıma böyle anlarda. “Evren sonsuz, dolayısıyla verecekleri de sonsuz.
İnandığın bir Tanrı varsa, o da sonsuz güçte. Neticede istediğini verebilir
sana.” O zaman biz neden hep aza tamah ediyoruz? Çoğu bulamamaktan neden bu
kadar korkuyoruz? Madem biz istedikçe bu şeyler bize gelecek ve tüm bunlar enerjiyle
ilgili, neden -istemek şöyle dursun- dile getirmekten bile çekiniyoruz?
Ben kendimi bildim bileli yazar olmak istedim. Küçücük bir çocukken bile en
sevdiğim oyuncaklarım defterlerimdi. Bazen her sayfaya bir harf yazardım, bazen
bir şeyler çizerdim ama mutlaka kalemlerim ve kağıtlarımla olurdum. Biraz daha
büyüyünce günlük yazmaya başladım. ‘Sevgili günlük…’ ile başlayan, tüm günümü
en ince detayına kadar anlattığım düzinelerce günlüğüm var. Arada sırada on
yaşımdaki hayatımı düşünüp günlüğümü okur o zamanlar aklımın nasıl işlediğine
bakarım. Kendi gelişimimi gözlemleyebilmek garip bir haz veriyor galiba.
Yazmayı ne kadar sevsem de okulda edebiyat derslerinde çok başarısızdım.
Kompozisyon yazmak korkuturdu beni. Birinin bana bir konuda yazmamı söylemesi
beni sıkışmış hissettiriyordu herhalde. Çünkü aklıma hep konunun dışındaki
şeylerle alakalı yazı konuları geliyordu. Konu doğa ise, ben annelik ile ilgili
yazmak istiyordum mesela. Asiliğim o zamanlar böyle işliyormuş demek… Yazı ile
alakalı derslerdeki başarısızlığım beni gittikçe daha çok üzüyor kendi kendimi
strese sokmama neden oluyordu. Bu işlerin nasıl olduğunu bilmediğim için asla
bir yazar olamayacağımı, daha bir kompozisyon bile yazamadığımı düşündüğümü
hatırlıyorum. Üniversite tercihlerinde öğretmenlerim ve ailem el birliğiyle çok
iyi bir matematik öğretmeni olacağıma kanaat getirip beni ikna ettiler. O
zamanlar tek hayalim bir üniversiteye girebilmekti. Sonrasını düşünmedim bile.
Gerçekten ikna olmuş olmalıyım ki, başarılı bir ortalamayla güle oynaya
bitirdim bölümümü. Hatta mezun olduktan birkaç hafta sonra yaşadığım şehirdeki bir
özel okulda işe başlamayı bile başardım.
Görünürde her şey olması gerektiğinden bile güzeldi ama benim içimdeki
tamamlanmamışlık hissi geçmiyordu. Avuçlarımda gizlediğim kelebek pır pır
ediyor, bir an önce özgürlüğüne kavuşup uçmak istiyordu. Görmezden geldikçe
içimdeki yazma istediği dağ gibi büyüdü. Hissediyor ama erteliyordum. Ama tabi
ki her şeyin bir taşma noktası vardı, benimki de okulda bir veliyle yaşadığım
tartışma sonrası beynime gelip yerleşen ‘ben ne yapıyorum burada?’ farkındalığı
oldu. Sınıfımdaki öğrencilerimden birinin yazmaya pek bir hevesli olduğunu fark
etmiştim. Benim derslerimde eline kalem alıp devamlı yazıyordu. Birkaç defa
uyarıp dersi dinlemesini rica ettim. Bir süre beni dinler gibi yapıp on-on beş
dakika sonra görünmez olduğunu zannediyor ve yazmaya devam ediyordu. Hevesi
kırılmasın, arkadaşlarının önünde kendini mahcup hissetmesin diye uyarmayı
bıraktım. Sağında solunda oturanlarla sohbet ederek veya aşırı abartılı hareket
ederek arkadaşlarının dikkatini dağıtmıyordu. Ben de onu kendi haline bırakmaya
karar verdim ama gözlemlemeye devam ediyordum. Deli deliyi nasıl gözünden
tanırsa, aynı şeye tutkulu olan insanlar da birbirini anlıyor olmalı ki o
yazdıkça ben mutlu olmaya başladığımı hissettim. Diğer öğretmen arkadaşlarımla
konuşup onların derslerinde de böyle davrandığını öğrenince ilk toplantıda bunu
ailesine anlatıp çocuğu el birliğiyle yönlendirmenin iyi olabileceği fikrine
kapıldım. Derslerinde de gayet başarılı olduğu için ailesinin bu yönlendirmeye
olumlu bakacağını, çocuklarına tam destek halinde olacaklarını düşünüyordum.
Yanılmışım. Toplantının orta yerinde daha ben cümlemi bitirmeden babasının
hiddetle ‘Hayır efendim! Benim oğlum tıp hekimi olacak. Sakın bu saçma sapan
fikirleri onun kafasına sokup başarısını gölgelemeyin. Yazarlıkmış, peh!’
diyerek toplantıyı terk etmesi yanıldığımın kanıtıydı.
Çocuklarının yetenekleri ve isteklerini göz ardı edip, kendi istekleriyle
gözleri körleşmiş ebeveynler yüzünden binlerce mutsuz gençle dolu bu ülke. Ve
benim de bunlardan biri olduğum gerçeği yüzüme tokat gibi çarptı. İş bulma
kaygısı, aile baskısı, para kazanamama korkusu gibi konular olmasa herkes
sevdiği işi yapma imkanı bulur daha mutlu bir toplum olabilirdik belki. Ama ne
yaşadığımız coğrafya mutlu olmamıza izin verdi ne de bizi seven insanlar. Bizi
sevgileriyle zehirlediklerini fark etmeden üzerimize gelmeye devam ettiler.
O toplantı günü, iş çıkışında devamlı ilanlarını görüp iç geçirdiğim ama
kendime hak görmediğim için gitmeyi dahi düşünmediğim bir sanat atölyesine
gidip yaratıcı yazarlık kursuna yazıldım. Etrafımdaki insanlar ise –en yakınlarım
bile- kurstan haberdar değildi. Söylersem yargılanmaktan veya bir şekilde
söyledikleri bir sözle hevesimden kırmalarından korktum. Herkesten önce kendimi
yazar olma fikrine alıştırmak için önce işin inceliklerini öğrenmek, eğitim ve
bilgi almak, konuyu enine boyuna düşünerek karar vermek gerekiyordu. Kursun bir
hafta sonrasında başlayacağını öğrendiğim andaki sevinç inanılmazdı. Okulun
başlamasına sayılı günler kala arkadaşlarını görmenin, yeni kaplanmış tertemiz
ve düzenli kitap ve defterleri kullanacak olmanın sevincini yaşayan bir ilkokul
öğrencisi gibi hissettim. Bu mutluluğa sıkıca sarılıp sabırla bekledim o bir
haftanın geçmesini. Bu arada da yepyeni kalemler ve defterler alıp şımarttım
kendimi. Çocukluğumda kullanmaya kıyamadığım kokulu silgilerden bile buldum. Nihayet
büyük gün gelip çattığında öğretmenliğimi unutmuş yeniden minik bir öğrenci
olmuştum. Üstelik bu sefer okuldan, başarısızlıktan, derslerimden düşük notlar
almaktan hiç korkmuyordum.
Kursta bir hikayenin karakterinin nasıl oluşması gerektiğinden, hikaye
kurgusuna; yazım kurallarından, imlaya bir çok konuda eğitim aldık. Bir süre
gerçek anlamda bir şeyler yazmaya başlamazsak da bu bilgileri almak bile
hevesimi kamçılıyordu. Zamanla ufak ufak ödevlerle yazmaya başlamaya sonrasında
bu hikayeleri gittikçe geliştirmeye başladık. Bir yılın sonunda, kurs
bittiğinde kendimi tamamen yeterli hissetmiyor olsam da artık bir yerden
başlamaya cesaretim vardı. Okul dışında olduğum her zamanımı olabildiğince
okumaya ve yazmaya ayırmak için uğraşıyor adeta kendime vakit yaratmaya
çalışıyordum. Yazdıkça kelimeler cümleleri, cümleler sayfaları kovalıyor ben
sadece zihnimin derinliklerine itaat edip kalemimi oynatıyordum. Bir yerden
sonra ben mi yazdığım karaktere dönüşüyorum yoksa yazdıklarım beni mi anlatıyor
ayırt edemez oldum. Hikayemle bütünleştikçe yazdım, yazdıkça kendimi buldum.
Ben bu ilhamımı yakalamışken, farkında olmadan da olsa bana bu aydınlanmayı
yaşatan öğrencimi görmezden gelemezdim. Her dersimden sonra yanıma çağırıp
yazdıkları hakkında soru soruyor, okumamı isterse okuyor hatta yorumluyordum.
Öyle mutlu oluyor, öyle gurur duyuyordu ki kendiyle. Yapmaktan haz aldığı,
kendisini ifade edebildiği bu yolla görünür olmak hoşuna gidiyordu. Tıpkı benim
gibi… Sonra mı?
Ben, geçtiğimiz sene üçüncü romanımı yayınladım. O öğrencim ise tıp fakültesi
öğrencisi oldu ve ilk kitabını yayınlatmaya hazırlanıyor. En büyük destekçisi
olarak ben hâlâ yanındayım. İkimiz de birlikte imza günlerinde yan yana
duracağımız o günleri bekliyoruz sabırsızlıkla. Ve ben hâlâ her dersimde, her
öğrencimi ayrı ayrı inceliyorum. Bu uzun yıllar içinde ne ressamlar, ne
mühendisler, ne dansçılar çıktı bir bilseniz… Hepsiyle ayrı ayrı gurur
duyuyorum. İçimde yeri ayrı olan, benim için hep öncelikli olan öğrencime yani
kendime ise herkesten çok sahip çıkıyorum.
Müzik
Önerisi: Güler Özince- Bulurum Yolumu
Yorumlar
Yorum Gönder