Cehennem
Doğum ve ölüm. Birbirine bağlı iki kuvvetli kavram. Sonsuz bir döngü. Biri olmadan diğerinin anlamı olmayacak kadar iç içe geçmiş, aynı anda vuku bulamayacak kadar da zıt. Bu kadar zıt olmaları mı onları bu kadar içinden çıkılmaz hale getiriyor yoksa hissettirdikleri duygular mı?
Doğduğumuz andan itibaren ölüm bilinciyle yaşıyoruz. Doğum anındaki o tarifsiz
sevinci yaşarken içimize ölüm kaygısı gelip yerleşiyor. Çünkü biliyoruz, bu
başlangıcın da bir sonu var. Bu bilinçle yaşamamıza rağmen hâlâ bir şeyler için
koşturabilmemiz, umut edebilmemiz çok garip değil mi? Her sabah uyanabilmek, ‘her
an başıma bir şey gelebilir’ fikrini bir kenara bırakıp yarın için planlar
yapabilmek… Devamlı ölümü düşünsek, bunu hep hissederek yaşasak deliririz
muhtemelen. Bu kaçış ondan. Genelde büyük yıkım anlarında aklımıza gelir ölüm.
Birileri hastalandığında, en sevdiklerimiz hayata gözlerini yumduğunda, bir
doğal afette… Mutlaka sarsılmak gerekiyor bu gerçekle yüzleşebilmek için.
Çok klişe bir söz var ya hani; “Kalp kırma, ölüm var.” İşte bunu yalnızca
ölümle burun buruna gelince anlamamız ne acı. Bir de bir yıkım anında sevinmeye
utanmak var. Birilerinin canı yandığında yaşadığın güzel bir âna sevinmekten, birileri
bir doğal afetle cebelleşirken gülmekten, kısacası yaşamaktan utanmak…
Sakin geçen bir günün ortasında öğle yemeği yemek
istemediğimi fark etmiş ve bir küçük kahve alıp ofisin çevresinde yürüyüş
yapmaya, biraz nefes almaya karar vermiştim. Artık alışkanlık halini aldığı
üzerine telefonumu elimi alıp kulaklığımı taktım. Kulağımda son zamanlarda
zihnimden ve dilimden düşmeyen şarkı çınlarken* popüler sosyal medya ağlarından
birine gitti parmağım. Bir alışkanlık daha… Günün belli anlarında telefonda bir
işim olmasa dahi elime telefonu alıp istemsizce, adeta uzaktan kumandayla
kontrol ediliyormuşçasına o uygulamalardan birine girip dakikalarca
geziniyorum. Çoğu zaman bakmaya değecek bir şey olmamasına rağmen ekrandan
kopamadığımı fark etsem de buna engel olamıyorum.
Elimin alışık olduğu bir hızda sayfayı yukarı kaydırırken göz ucuyla haber
başlıklarına bakıyordum. Hayvan katliamı, bir çocuk kaçırılması, üç gündür
bulunamayan genç bir kızın kayıp ilanı, bir yerlerde ısrarla söndürülmeyen
yangınlar, başka bir yerde akıp giden seller… Nefesim kesildi. Kalbimin en
içinde hissettiğim sızıyı akıtmanın bir yolunu bulamıyordum artık. Bas bas
bağırsam mı rahatlardım yoksa sessizce ağlasa mıydım? Kendimi derin bir kuyunun
içinde hissediyordum. Ne yapacağımı bilememenin verdiği çaresizlikle, ‘bu hep
böyle mi sürecek’ diyen korkunun karışımı korkunç bir kalp spazmıydı. Gözümü
telefon ekranından ayırıp yavaşça gökyüzüne baktım. Derin derin nefes almaya
çalıştım. Kendimi teskin edebilmek için bir şeyler uydurmaya çalışıyor ama
yapamıyordum. Çünkü bu kadar şey olup biterken bunları hissetmenin mubah
olduğunu, aksine iyi şeyler hissedersem kendimi suçlu hissetmem gerektiğini
düşünüyordum. Ülkenin bitki örtüsü mutsuzluk olmuşken ben nasıl rahat nefes
alabilirdim ki? Boğulmalıydım tabi. Peki nereye kadar? Bedenim neyse de, ruhum
ne kadar daha dayanabilirdi bu sancılara? Kendi sorumdan kaçıp başka şeyler
düşünmeye çalıştım, cevaptan korkuyordum. Telefonu hışımla kapatıp cebime
koydum. Kulağımdaki müziğin ritmine odaklanıp kendimi başka başka yerlerde,
bambaşka konularla ilgilenirken hayal ediyordum ki telefonum çaldı. Biraz
şaşkın telefona bakınca arayanın annem olduğunu görüp panikledim. Kötü şeyler
görüp duymaya alışmış olan bilinçaltım hemen en karamsar en korkunç senaryoları
zihnimde resmetmeye başlamıştı.
Aceleyle açtım telefonu. ‘Alo’ yerine, ‘Anne, iyi misin?’ diyerek... Kendime
sinirlendim sonra. Bu kadar alışmamalı insan kötülüğe. Bu kadar negatifi
çağırmamalı. Annemin sesi ise benimkinin tam zıttı bir enerjiyle doluydu. Ağlıyordu
ama sevinç çığlıkları arasında “Çabuk hastaneye gel, ablan doğuruyor. Az önce ameliyathaneye
aldılar, kendisi çıkmadan yetiş!” sözlerini söyleyince ağlamasını
umursayamayacak kadar heyecanlanmıştım. Ne söyleyeceğimi, nasıl tepki
vereceğimi bilemedim. Nutkum tutulmuş, gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu.
Gülümsüyordum ama delicesine ağlamak geliyordu içimden. Mutlu olmaya korkar mı
insan? Korkuyordum. İçim titredi sevinçten. Bir iki kekelemeden sonra, “Geliyorum.”
diyebildim. Yerimden kımıldayamıyordum. Durup bir süre ağladım. İçim çıkar
gibi; tüm sıkıntımı, acımı, umutsuzluğumu göz pınarlarımdan damıtıp dışarı
atarcasına ağladım. Duyduğum tüm kötü haberlere dimdik ayakta durabilen, bir
şekilde savaşmaya devam edebilen bedenim sevincin karşısında yıkılıverdi. Yere
çöktüm. Biraz daha ağladım. Hıçkırıklarımın arasında Tanrı’ya şükür edip, güzel
şeyler olmasını dilediğimi hatırlıyorum. Sonra uykudan uyanır gibi hızlıca
toparlanıp hastanenin yolunu tuttum.
İçimdeki sevinç kısa sürede yerini kaygı ve korkuya
bıraktı. Doğum daha yeni başlamıştı. ‘Ya bir şeyler ters giderse, ya ablam veya
yeğenime bir şey olursa, ya bu sevinç kursağımızda kalırsa, ya…’ diye uzayıp
giden milyonlarca cümle doluştu fikrime. Sanki kelimeler hareket edip havada
süzülen bir mikropmuş da kafama konuyorlarmış gibi bir tiksintiyle başımı sağa
sola sallayıp ellerimle hayali mikropları kovuşturdum. Kendimle yenişemediğim
bir savaşa girmiştim ve hastane yolu bitmek bilmiyordu. İyi düşünmeye
çalışmanın bu kadar azap verici olacağını hiç düşünmezdim. Nihayet vardığımda
asansör bekleyemeyecek kadar adrenalin doluydum. Merdivenleri koşarak çıkıp
ameliyathanenin önünde bekleyen gergin ailemin yanına geldim. Babam dahil
herkes ağlayarak dua ediyordu. Yalnız olmadığıma sevinirken böylesine bir
sevinci bile korkmadan yaşayamadığımıza içerledim. En içimden, ruhumun en
derininden içerdeki iki canın sağlıkla dışarı çıkabilmesini dilerken ağlamaya
başladım yeniden. Güçlü duramıyordu artık sinirlerim. Ne kadar zaman geçti
bilmiyorum. Nihayet ameliyathanenin kapısı aralandı. Biz koşarcasına kapının
önüne giderken yeşil önlüğünün önü kan lekeleri olan doktor da eldivenlerini
çıkarmaya çalışıyordu. Yüzündeki maskeden mimiklerini okuyamadığım ve ağzından
tek bir kelime duyamadığım için korkudan ölecektim. Kalbimin ritminin
kulaklarımda attığını hissediyordum. Sesler uğultu gibi gelmeye başlamıştı.
Nihayet ince ama sakinleştiren bir ses tonuyla ikisinin de gayet iyi olduğunu,
bebeğin temizlendiğini ve birazdan ikisini de görebileceğimizi söyledi. Sevinç,
rahatlama, endişe, mutluluk, huzur… ve daha tarif dahi edemeyeceğim onlarca
duygu doldu kalbime. Annem daha şiddetli bir ağlamayla babama sarılırken ‘Şükürler
olsun!’ diye bağırıyor, ablamın eşi gözyaşlarını silip güçlü görünmeye
çalışırken tavana bakıp bir şeyler mırıldanıyordu.
O günün üzerinden bir hafta geçti. Biz mutlu olurken bile korkuyu kucaklamaya alışık bir halde elimiz kalbimizde her şeye pimpiriklenmeye, her durumda ‘ya şöyle olursa…’ demeye devam ediyoruz. Artık buna da alıştığımı hissediyorum. Sevincin en büyüğünü bile sakince, dolu dolu yaşayamadığım bu zamanların geçeceğini ümit ediyorum. Ve hatta galiba yalnızca bu konuda çok umutluyum. Bir gün sevincimizi, coşkumuzu, heyecanımızı; kendimizi sıkmadan, gülerek, en derinden yaşayacağız. Ne zaman bilmiyorum ama elbet bir gün…
*Nova Norda-Cehennem
YESENYA
Yorumlar
Yorum Gönder