DENİZ
Yoğun geçen bir günün sonunda biraz nefes almak için deniz kenarında yürüdüm. Sahilin yürüyüş yolunun yanına kurulmuş banklardan birine oturup uzun uzun denize baktım. Geçen vapurlara, denizin esrarengiz bir sakinlikte dans eden dalgalarına, önümden geçen türlü tarz ve tavırdaki insanlara… Denizin insana iyi gelen bir tarafı var. Yanından geçen, kokusunu duyan insanlara efsunlu bir havayla enerji veriyor sanki. Maviliğiyle huzur verirken kokusuyla mest ediyor, derinliği ve içine gizlediği koca dünyayla saygı uyandırıyor. Her zaman denize karşı bir hassasiyetim vardır ama özellikle canım sıkıldığında aklıma gidecek başka hiçbir yer gelmez. Ayaklarım beni onun eteklerine götürür, o da beni sarıp sarmalar huzurlu mavisiyle. Sadece dinlenmek için geldiğim günlerde ise bugünkü gibi geleni geçeni izlerim. Yanımdan geçen insanların nasıl hayatlar yaşadığını, o an ne hissettiğini hareketlerinden, bakışlarından anlamaya çalışırım. Zihnimi boşaltmak ve farklı şeylere odaklanabilmek için uydurduğum bir oyun işte…
Önümden geçen el ele tutuşmuş çifte
odaklandım önce. O kadar neşeliydiler, o kadar eğleniyorlardı ki… Çocuk devamlı
komik bir şeyler anlatıyor olmalıydı, çünkü kız devamlı kahkaha atıyordu. Belki
de kızın gülmek için komik şeyler duymasına ihtiyacı yoktur. İnsan, sevdiği
kişi hiçbir şey yapmasa da onda neşelenecek bir şeyler bulur çünkü. Onlar
gülerek yanımdan geçerken uzaklara baktım yeniden. Denizin en uzak köşesine
bakıp uzun uzun düşündüm. Tüm dünyayı gözünden silecek, tüm yerkürede yalnızca
sen ve o varmışsınız gibi güldürüp neşelendirecek kadar kuvvetli işte aşk. Sadece
kendisini hak edeceklere gidecek kadar gururlu, devamlı oyunlar oynayarak iki
tarafın da sabrını sınayacak kadar da çocuk ruhlu…
İleride denizin kıyısında, yolun köşesine oturup ayaklarına denize doğru
sarkıtan genç bir oğlana takıldı gözüm. Yüzünde yaşına yakışmayacak kadar büyük
bir acı vardı. Bu bakışı nerede görsem tanırım; belli ki gururu kırılmıştı.
Öfkeyle harmanlanmış acı, hiçbir şey yapamayıp gururunu ezdirmenin üzüntüsüyle yoğurulmuş.
Uzun uzun denize baktı. O da huzur arayanlardandı işte. O da denizin şefkatli
kollarına atıyordu kendini. Denize bakıp yavaşça bakışlarını ellerine
indiriyordu. Denize bakıp düşündü, ellerine bakıp öfkelendi, sonra bir daha...
Bu bakış değişimi birkaç defa tekrar etti. Galiba insan ruhunda sancıyanları
bedeninde arıyordu. Bir çıkış yolu bulamayınca tırnak etlerini kemirip ‘kendini
yiyor’, elinden bir şey gelmeyince de ellerine bakıp kendini sorguluyordu. Soyut
yetersizlikleri somutlaştırmaya çalışıyoruzdur belki de. İnsanın anlam arama
çabasına akıl sır ermez ki… İçimden bu gencin gururunu tekrar ayağa
kaldırabilmesini dileyerek bakışlarımı çevirdim. Böyle durumlarda birine uzun
süre bakmak da mahremiyete saygısızlık çünkü. Hele ki üzgünse o kişi, belki
ağlıyorsa; usulca başımı çevirip onu onunla bırakırım.
Biraz daha denize bakmaya karar vermiştim ki, yanımdaki bankta oturan bir
kadının bas bas bağırarak telefonla konuşması üzerine o yöne baktım. Etrafı
rahatsız edecek derecede bağırmasına ayrı, sarf ettiği sözlere ayrı sinirlenip
bakışlarımı denize çevirdim. Ama kulaklarım gözlerime eşlik etmeyip kadını
duymaya devam etti. Duyulmayacak gibi değildi çünkü. Balıkların bile suyun
içinden bu kadını duyabildiklerine eminim. Beni sinirlendiren sözler şunlardı:
“Sen kendini ne sanıyorsun, karşında ben varım ben! Haddini bileceksin. Benimle
konuşurken oturduğun yerden kalkıp esas duruşta duracaksın. Benim kim olduğumu
unuttun galiba!” ve bunun gibi narsist sözlerin nicesi… Bu kadın karşısındakine
sorduğu soruları hayatında bir kez olsun kendine sormuş mudur acaba? Bir kez
olsun ‘Ben kimim ki?’ demiş midir? Bir kere ‘Haddimi bilmeliyim.’ diye düşünmüş
müdür? Sanmıyorum. Kendini bu denli büyük görüp başka insanlara ‘etrafta
dolaşan böcekler’ olarak bakması, dünyanın belki de en acınası durumu. Başkası yerine
utanmak kavramını böyle durumlarda, karşımdakinin kibir içinde boğulduğu
zamanlarda, iliklerime kadar hissediyorum.
‘Sen kimsin ki ya, ne kadarsın ki şu hayatta? Evrenin dengesinin sağlaması için
var edilmiş küçücük, minicik milyarlarca zavallı varlıktan yalnızca birisin.
Neyin havası, neyin büyüklenmesi bu?’ diye haykırmak istiyorum suratlarına. Sonra
bunun işe yaramayan bir nefes israfı olacağını fark edip sakinleşiyorum. Bazı insanlara
bazı şeyleri anlatamazsınız ya hani; narsist insanlara hiçbir şey
anlatamazsınız. Kendimi sakinleştirmek, biraz da bağırmaya devam eden kadından
uzaklaşabilmek için yerimden kalkıp yürümeye karar verdim. Ayağa kalkarken göz
ucuyla kadına baktığımda kıpkırmızı bir yüzle, gözleri fal taşı gibi açılmış
bir halde yere bakıp karşısındakinin sözlerini dinliyordu. Hafifçe gülümseyip kadına
sırtımı döndükten sonra -karşısındaki kişi nasıl bir şey söylediyse- kekeleyerek
cevap vermeye çalıştığını duydum. Yüzümdeki gülümseme biraz daha yayıldı. Bazen
had bildirmek insanı en çok rahatlatan şey oluyor. Bunu sizin yerinize bir başkası
yapsa da duyduğunuz haz hiç eksilmiyor.
Derin derin nefes alıp denizin tuzlu kokusunu içime çekerek yürüdüm. Bugün gözlemlediğim,
şahit olduğum kısa anları birer birer gözümün önünden geçirdim. İnsan ömrü her
deneyimi tadacak ve öğrenecek kadar uzun değil. O yüzden bir şeyler okuyor,
izliyor; birilerinin anılarını dinliyor ve gözlem yapıyoruz. Tecrübe
edemediğimiz olaylara hazırlıksız yakalanmamak için başkalarının
yaşadıklarından bir şeyler öğreniyoruz. Biraz olsun odağımızı kendimizden dış
dünyaya çevirebilsek, biraz da başkalarının yaşadıklarını önemseyebilsek kim
bilir daha neler öğreniriz…
Yorumlar
Yorum Gönder