'BEN'

Devamlı kendinden bahseden insanları bilir misiniz? Siz kendi düşüncenizi, derdinizi anlatırken sizi hiç duymadan, duysa bile anlamadan kendi dertlerini, kendi hayatlarını, kendi hikâyelerini anlatmaya başlar böyle insanlar. Onlar sizinle konuşurken aslında sizi dinlemez, sıra kendilerine geçsin de bir an önce içindekileri dökebilsinler diye beklerler sadece. Nasıl birinden bahsettiğim gözünüzde canlanmıştır. Mutlaka hayatınızda veya geçmişte bir zamanda bu tarz bir insana denk gelmişsinizdir. Arkasından ‘Ne kadar bencil!’ diye dedikodu bile yapmış olabilirsiniz.

Ancak bencillik biraz yanlış algılanıyor. Hayatta birçok konuda kendi mutluluğunu ya da gerçekte ne istediğini düşünen insan bencil değildir. Çoğunluğun aksine kendi değerini bilen, kendine kıymet veren kişilerdir bu tarz insanlar. Ama kendi çıkarı için başkasının üzülmesine ya da zarar görmesine neden olmak, hatta bunu bildiği halde yine de yolundan şaşmamak… İşte bu bencillik. Bahsettiğim bu devamlı kendinden bahseden insanlar bu yüzden bencildir. Kendileri için sizin zamanınızı, enerjinizi hiç umursamadan sömürürler.

Biriyle muhabbet etmek alışveriş gibi olmalı, mutlaka alınan şeyin değeri karşılanmalı. Bir taraf hep alırsa veya hep verirse terazi dengesi şaşar ve yıkım kaçınılmazdır. Bahsettiğim tarzdaki insanlar da hep almak için uğraşırlar. Kendi zamanlarını, dikkatlerini, emeklerini vermeyi düşünmezler bile. Nereden mi biliyorum? Bir zamanlar ben de öyleydim. Hiç kimseyi, hiçbir durumu gerçekten umursamaz, -mış gibi yapardım. Umursa-mış gibi, dinliyor-muş gibi, seviyor-muş gibi… Dünyadaki en önemli olay benim anlattığım, en büyük ve aşılmaz dert benim çektiğim sanıyor ve herkesten aynı özeni bekliyordum. 

Bir zaman sonra merkezde olamadığım ortamlarda duramamaya başladım. Birileri bana bir şey anlattığında dinliyor gibi yapmayı bile bırakmıştım. Etrafımda insan kalmadı. Bu durum hiç işime gelmiyordu, çünkü kendimi anlatacak kimse bulamıyordum. Bir süre sonra arkadaş edinme sitelerine üye oldum. Çoğu zaman derdim flört etmek bile değildi. Sadece bana sorular sorsunlar ben de kendimi anlatayım istiyordum. Soru sorma sırası bana geldiğinde bir bahaneyle sohbeti bitiriyordum. Böyle bir hayatı nasıl sürdürebildim hiç bilmiyorum. O kadar yorucu, o kadar yıpratıcı ki… Durmak bilmeyen bir çığ gibi büyüyor içinizdeki ‘Narsist’. Hiç susmadan hep “BEN” diyor. Yorulmuyor, dinlenmiyor. Sadece içten içe yiyip bitiriyor içinizde yeşeren güzel şeyleri.

Bencilliğin nasıl bir girdap olduğunu böyle düşünmeyi bıraktığımda anladım. Birini gerçekten düşünmek, önemsemek ne kadar iyi hissettiriyormuş; birinin yardımına koşunca, onun için faydalı bir şeyler yapılınca nasıl da huzur duyuluyormuş… Bu duyguların hepsinden mahrum yaşamak, başkasına zarar vermeyi önemsemeyen bencillerin cezası olmalı. 

Bir gün, çevremde birileri olsun, muhabbet edecek birkaç insan tanıyayım diye bir atölyeye yazılmaya karar verdim. Atölye ilanını görünce hemen atıldım ama ne hakkında olduğunu bile bilmiyordum. Tek derdim birileriyle tanışmaktı çünkü, gerisi teferruattı. Tiyatro atölyesi olduğunu öğrenince çok sevindim. Sahnede bir başrolü oynadığımı, oyunun sonunda insanların çılgınlar gibi beni alkışladığını hayal ede ede gittim kurs salonuna. 15 kişilik bir gruptuk. Saçları turuncu, burnunun etrafı çil dolu, zayıf bir kadındı eğitmenimiz. Duruşundaki özgüven ve yüzündeki sempatik gülüşünden olmalı; hepimizi kolayca yönlendiren bir havası vardı. Bizi çevresinde daire oluşturacak şekilde dizdi ve bizi tanımak istediğini ancak bir tiyatro salonunda olduğumuz için yaratıcılığımızı konuşturmamız gerektiğini söyledi. Görev çok basitti. Herkes önce kendini kısaca isim, soyisim, meslek, memleket şeklinde tanıtıp sonrasında kendini ifade edecek bir mimik ya da hareket yapacaktı. Gerginliğim yavaş yavaş artarken benden üç kişi uzaktaki birini seçip başlamasını söyledi. Sarışın uzun boylu bir çocuk adını soyadını söyledi, kendi etrafında bir tur dönüp alkış tuttu. ‘Saçma sapan bir şey. Bu neydi şimdi? Resmen rezil etti kendini. Alkışlıyor bir de!’ diye kendi içimden eleştirmeye başlamışken sıra yanındakine geçti. Kıvırcık saçlı esmer bir kız, kendini tanıttı ve olduğu yerde üç kere zıpladı. ‘Çocuk musun sen? Git bir trambolin bul da orada zıpla…’ Sıra yanımdakine geldi. Adı, soyadı… Parmak şıklattı. Evet, sadece bir kere klik diye parmak şıklattı. ‘Alay ediyor bizimle herhalde. Kalk çiftetelli oyna madem, az oldu bu!’ diye içimden göz devirdim. Uzun sessizlikten sonra sıranın bana geldiğini fark ettim. Aklımda hiçbir şey yoktu ama bir şeyden çok emindim. Gösterişli ve akılda kalıcı olmalıydı. Kendimi tanıttım ve bir süre durdum. Tam olarak nasıl bir şey yapacağıma karar vermek çok zordu. Aklıma gelen fikirler yeterince etkileyici değildi. Orada öylece dikilip düşünürken eğitmen, “Bir hareket olarak hiçbir şey yapmamayı tercih etmek… Yaratıcı! Evet sıradakini tanıyalım.” dedi. Öylece kalakaldım. Yanımdaki çoktan kendini tanıtmaya başladığından itiraz da edemedim. Kendimi gösteremediğim ve gerçekten çok ama çok mantıksız olan bir hareket olduğu için öfkeliydim. Devamını öfkemden dinlememiştim bile. Ders bitince buradan çıkıp gidecek ve bir daha dönmeyecektim. Çocuk işiydi zaten bunlar, ne öyle atlamak zıplamak!

Kendini tanıtma işi bitince herkese teşekkür edip doğaçlama oyunlar oynayacağımızı söyledi eğitmen. İçimden yine ‘işte başka bir çocukluk daha. Bakalım şimdi başımıza ne gelecek’ diye yorum yaparken birden bana dönüp bir kelime söylememi istedi. “Ben.” dedim aniden. Aklıma ilk gelen buydu. Yanımdakine sordu, “Su” dedi. “meyve, şemsiye, kalem, aşk, para, futbol…” Kelimeler akıyordu ama hiçbir şey anlamamıştık. Herkesten bir kelime aldıktan sonra yine bana dönüp seçtiğim kelimeyi o kelimeyi kullanmadan anlatmamı istedi. Ben, beni ben demeden nasıl anlatabilirdim ki? Hayatımda ‘ben’ diye başlamayan bir cümle kurmuş muydum, o bile meçhuldü. Birkaç dakika düşündükten sonra yapamayacağımı söyleyip beni pas geçmesini rica ettim. İlk ders olduğundan üzerinde fazla durmayıp diğer kişiye geçti eğitmen. Herkes patır patır cümleler hatta paragraflar kuruyordu. Kendimi iyiden iyiye geri plana atılmış, görünmeyen biri gibi hissetmeye başlamıştım. Bir daha bu kursa gelmeme fikrim iyice pekişmişti. Dersin bitmesine az bir zaman kala hoca önümüzdeki ders yapılacaklardan bahsedip dersi bitireceğini söyledi. Aklında hali hazırda bir oyun olduğunu ama rol dağılımının adaletli olması açısından bizi daha yakından tanıması gerektiğini söyledi. Son cümlesi beni ikinci derse gelmem için ikna etmeye yetmişti:

“Alkışı hak edenler, yalnızca sahneye çıkmaya cesaret edebilenlerdir.”

Bu cesaretin bende olmadığını düşünmek bile istemiyordum. Ben o sahneye çıkacaktım ve alkışın büyüğünü toplayacaktım. Bir hırsla eve gidip bulduğum tüm doğaçlama videolarını izledim. Kendimi ikinci derse hazırlayıp, sahnede herkesi kendime hayran bırakmalıydım. Çalışarak geçen bir haftanın sonunda salona koşar gibi gittim. Herkesin toplanmasını bekledikten sonra hoca yeni bir doğaçlama oynayacağımızdan bahsetti. Bir kişiyi seçip sahneye çıkan merdivenlere gitmesini sahneden bir adım geride, merdivenin tam bittiği noktada durmasını istediğini söyledi. Biz de o kişin arkasında merdivenden aşağı inecek şekilde bir kuyruk oluşturduk. Hoca 5 adet beyaz kağıt verdi öndeki kıza. Ve anlatmaya başladı. “Şu anda bulunduğunuz yer kara parçası. Sahnenin hepsi bir bataklık. Karşıdaki merdivenler ise bir diğer kara parçası. Elindeki bu kağıtlar sihirli taşlar. Yalnızca onlara basarsak batmaktan kurtulabilirsin. Ancak şöyle bir durum var; Yere koyduğun taşlar –yani kağıtlar- kimsenin ayağı değmezse kendiliğinden kayboluyor. Hepinizin karşıya güvenle geçebilmesi için, bir arada koordineli şekilde ilerlemesi gerekiyor. Unutmayın, arkandan gelen kişi taşa basmadan ilerlerseniz taş yok olur ve oyunu kaybedersiniz. Hadi bakalım!”

Oyunu kafamda canlandırmıştım ve oldukça kolaydı. 15 kişi için 5 kağıt az gibi gelse de, sahne ufak olduğundan sorun yaşamayız diye düşünüp kendimce karşıya geçme planları yaptım. Ayağımı ne kadar açarsam kaç adımda karşıya geçmeyi başarabilirim gibi sorularla taktik geliştirdim. Önümde yedi kişi vardı. Herkes tek tek ilerlemeye birbirlerinin ellerinden sıkıca tutarak bir arada kalmaya çalışıyordu. Bir zaman sonra aynı kağıda 4-5 kişi aynı anda basmak zorunda kaldı. Başka türlü bu kadar insan o kadarcık kağıda sığamıyordu çünkü. Ben ufak ufak planladığım gibi ilerliyordum. Bir süre sonra ben tam anlamıyla odaklanmışken bir feryat duydum arkamda. İrkilerek arkama baktım ki, eğitmen arkamdaki kağıdı almış. Arkamdan gelen kişiye bakmadan ayağımı çekmişim. Geride kalanlar büyük bir hayal kırıklığıyla bana bakarken hoca oyunu kaybettiğimizi söyleyip bizi sahneden indirdi. Oyunu bozan kişi olduğum için mahcup hissetsem de suçluluk duymadığımı kabul etmeliyim. Neticede kendimi kurtarmaya çalışıyordum!

Hoca gülümseyerek bir yandan sahnede dolaşıp bir yandan bizimle konuşmaya başladı: “İlk seferde yapamayacağınızı biliyordum zaten arkadaşlar. Birbirinizi yeni tanıdığınız için bu bağı yakalayamamış olmanız çok normal. Oyunun mantığını anlamak için pratik yaptık diye düşünüp daha sonra bu oyunu tekrar oynayacağız. Bir dahakine oyunu başarıyla bitireceğinize eminim. Lütfen şunu unutmayın; sahnede bir arkadaşınızı bile geride bırakıp kendinizi düşünürseniz tüm oyunu batırırsınız. Sahne ekip işidir, ekipte hiç kimse arkada bırakılmaz!”

O derste birkaç doğaçlama oyunu daha oynadık ama aklım hep hocanın söylediğindeydi. O sahnede o alkışı alabilmek için tek başıma olmam yetmiyormuş demek. Bir şekilde diğerlerini de düşünmek zorundaymışım. Kurs bitip eve gittikten sonra bile bunu düşünmeye devam ettim. Nasıl olabilirdi bu? Her zaman önümü arkamı kolaçan ederek, diğerlerini düşünerek nasıl ilerleyebilirdim?

Bu olay beni kendi dışımda bir dünya olduğuna, başkalarını da düşünmenin bana zarar vermeyeceğine ikna eden ilk şeydi. Aylar geçtikçe sahneye, insan olmaya, ekip olup başkalarıyla yol alabilmeye alıştım. Alıştıkça sevdim, zamanla daha büyük bir ilgiyle diğerlerine yaklaşmaya başladım.

Yıllar geçti. Ben devlet konservatuarında oyuncu oldum. Çoğu zaman oyunlarda figüranlık yapıyorum. Ama o alkış duyulduğunda hepimiz el ele eğiliyoruz o alkışa. Sahnede olmanın en büyük ödül olduğunu fark ettiğim günden beri rolün büyüklüğüyle ilgilenmiyorum. Üstelik sadece sahnede değil, gerektiğinde kişisel hayatımda da bir adım geri çekilip başkalarına rol verebilmeyi, kısacası bencil olmayı bırakıp kendimi sevmeyi öğrendim. Bencillik duygusunun insanı kendinden ne kadar uzaklaştırdığını kendim deneyimleyince anladım. Ne diyebilirim ki, sanatın gücü! 



                                                                                                                      YESENYA


Yorumlar

Popüler Yayınlar