DOĞA

 Ne zaman egoma yenildiğimi hissetsem, birilerine büyüklendiğimi sezsem kendimi doğaya bırakırım. Tüm canlıların içinde muhakeme gücü olan tek varlık biziz belki ama bu bizi maalesef üstün yapmıyor. Hatta belki daha da acizleştiriyor. İşte böyle durumlarda içimden bir ses doğaya çıkmamı söylüyor. Mesela denize girip sonsuz derinliğin içindeki ufacık su damlası olduğumu hatırlatıyorum kendime. İçinde binlerce canlı türünün olduğu kendi başına bir dünya olan koca denizde o kadar küçük ve önemsiz hissediyorum ki kendimi… Tüm o büyük dertlerim, var olma savaşım, kaygılarım su damlası olup akıyor içimden.

Bazen de ormana gidiyorum. Upuzun, kalın gövdeli görkemli ağaçların içinde kendime yukarıdan bakıyorum. Bir karınca boyutunda ancak karıncanın aksine oldukça zayıf görürüm kendimi. Heyecanlarım, koşturmalarım uçup gider. Her gün koştur koştur yapmaya çalıştığım, çok çok önemli olan asla ertelenemeyecek olan, kendimi strese sokup hasta edecek kadar acele ettiğim bütün işlerim komik gelir o an. Çünkü ormanda koşturma yoktur. Telaş hele, hiç yok. Her şey uyumlu bir sükûnette akar. Sessiz, sakin. Tehlikeli yanları bile yavaş ve derinden…

Yıldızlı bir gecede karanlık bir köşe bulup uzanırım mesela. O muazzam güzellikteki boşluğun çok çok minik bir parçasını görebilse de gözlerim bana oldukça uzak ve ulaşılmaz olan bu boşluk kendime gelmemi sağlar. Milyonlarca ışık yılı uzaklığındaki o devasa yıldızların karşısında uzanıp kendi derdime, sıkıntıma, kızgınlıklarıma gülerim. Uzay boşluğunda geç gelen otobüse sinirlenmek, kırılan telefona üzülmek, seni aramayan arkadaşına darılmak, istediğin bir şeyi izlerken giden internetten nefret etmek, gideceğin yere geç kalacaksın diye panik olmak, beklediğin haber bir türlü gelmeyince telaşa kapılmak gibi duygular yoktur çünkü. Gözümü kapatır, yıldızlardan kendime baktığımı hayal ederim. Minicik bir toz zerresinin bile yüzde biri kadar bir alan kaplıyorken nasıl kendi içimde kendimi bu kadar büyütebiliyorum? Büyütebiliyoruz?

Yanlış anlaşılmasın; kendimizi küçük görelim, biz bir halta yaramayan asalak canlılarız, işimiz gücümüz dert tasa üretmek sonra da bunların içinde boğulmak demiyorum. Tabi ki önemli işlerimiz, gerçek problemlerimiz de var. Ben ufak dertleri abarttığım zamanlardan bahsediyorum ki bence bunu herkes her gün en az bir kere yapıyor.

Aslında çok fazla büyütülmeyecek ama kendi içimde çığ gibi büyüttüğüm bir küçük hadise tüm hayatımı kökünden değiştirdi. Gençlik de var tabi… Her dert pek bir önemli, dünya benim için dönüyor olan biten her şey benimle ilgili gibi geliyor o zamanlar.

Bir yanlış anlamayla başladı her şey. Üniversitede okuduğum yıllar… Hayatta her şeyi yapabilirim, dünyanın tüm nimetleri karşımda, benimse tek yapamam gereken  elimi uzatıp almak zannediyorum. Elimi uzattığım anda tüm dünyanın aç bir timsah misali üzerime atlayıp beni paramparça edeceğinden haberim yok henüz… Çok sevdiğim biri vardı. Öyle nazik bir erkek ki bazen durup, ‘bir problemi olmalı bu kadar anlayışlı olamaz’ diye sorgulardım. Hatta şu an düşünüyorum da biraz fazla sorguluyordum. Kafamda kurmalarım, her şeyi yanlış anlamalarım oradan başladı belki de.

Küçük bir arkadaş grubuyduk. Farklı farklı bölümler okuyan birbirinden çok farklı beş kişi. İyi anlaşan, ara sıra fikir ayrılığından tartışan ama kesinlikle birbirine çok güvenen arkadaşlardık. Yani başlarda öyleydi. Ben her şeyi mahvetmeden önce.

Bir tatil zamanı herkes memlekete biletini almış, birkaç hafta ayrı kalacağız diye oturalım bir akşam eğlenelim dedik. Her zamanki gibi bizim evde buluşuldu, masalar kuruldu. Öğrenci haliyle ne kadar kuruluyorsa artık… Gecenin ilerleyen saatlerinde ortamın rahatlığından ve biraz da şarabın şişede durduğu gibi durmamasından olacak ki herkes bir cıvıtmaya, sulu sulu şakalar yapmaya, birbirine laf atmaya başladı. Kahkahalar havada uçuşurken ev arkadaşımla O’nun birbirine bakışını yakaladım. Elektrik çarpmış gibi bir his beni tepeden tırnağa yokladı. İçim ürperdi adeta. Gece boyu onlara bakmaya, yaptıkları her şakaya söyledikleri her söze kulak kesilmeye başladım. Duyduklarıma inanamayacak kıvama gelince ters ters “Hadi herkes evine. Fazla yorulduk yarın yolculuk var, tadında bırakalım” deyip insanları evimden kovmaktan beter ettim. Herkes gitti haliyle. Ev arkadaşım, ben ve O kalmıştık.

O, sürekli bana ne olduğunu, neden böyle yaptığımı sorup durmaya başladı. Ben etrafı toplamaya çalıştıkça annesinden ayrılmayan ördek gibi dibimden ayrılmıyor. Onu da bir güzel tersleyip yolluyorum. Ev arkadaşım yaptığım edepsizliğin üstünü örtebilmek adına benim yerime BENİM sevgilimi kapıya kadar geçirip uğurluyor. Vedalaşırken de göz ucuyla dirseğine dokunduğunu görüyor ve ‘merak etme, ben hallederim’ dediğini duyuyorum.

Elektrik yoklaması daha yüksek voltajlarda bir süre devam etti vücudumda. İçimden ‘sakin ol anlamadan dinlemeden tepki verme öyle, haklıyken haksız olma’ diyorum ama beceremiyorum bir türlü. O an tek istediğim bir şeyleri (mümkünse bu ikisinin kafasını) kırıp rahatlamaktı. Kendime engel olamayacağımı sezdiğimde odama kapandım. Hıncımı yastığımdan çıkara çıkara ağladım o gece. Bir süre sonra sızıp kalmışım zaten. Sabah uyandığımda telefonumda beş yüzden fazla mesaj. Hepsi O’ndan. Sinirle fırlattım telefonu. Anladığımı fark etmiş olmalı… Yoksa neden bu kadar üstelesin ki? Tipik sıvama manevraları işte, yaptığının üstünü kapatmaya çalışırken iyice batırmak bu. Nerede görsem tanırım. Odadan çıkıp ev arkadaşımın hal ve hareketlerini gözlemlemeye karar verdim, bakalım o da fark etmiş miydi? Odadan çıktım, bir de baktım masa türlü türlü kahvaltılıkla donatılmış. Fırına gidip sıcak simit bile alınmış. Kırk yılda bir olurdu böyle şeyler bizim evimizde. Artık emindim. İkisi de yakalandıklarını anladılar, kendi yöntemleriyle üstünü örtmeye çalışıyorlar. Yemek istemediğimi söyleyip valiz toplama bahanesiyle odama geçtim. Her yeri yıkmak istiyordum. Hayatımda böyle bir öfke ve acı hissetmemiştim. Boğuluyordum. Ne yapacağını bilememek beni soluksuz bırakıyordu, eve sığamıyordum. Bavul hazırlamaya başladım. Eşyalarımı nefretimi kusarcasına fırlatıyordum valize. Elime ne geçerse tıkıyordum, yanıma ne aldığımı bile bilmeden yapıyordum bunu. Maksat iş yapmak olsun… On beş-yirmi dakikalık bir oyalanmadan sonra dayanamadım. Ağlamaktan şişmiş gözlerimi biraz ovalayıp ağzımı yüzümü sildim. Yüzleşirken en son isteyeceğim şey yıkık ve çökmüş görünmek olurdu. Kendimi biraz toparladıktan sonra kararlılıkla çıktım odadan. Ev arkadaşım odasındaydı, seslenip salona çağırdım. Sakin kalmaya çalışarak masanın en uç köşesine oturdum, mümkün olduğunca ondan uzak olmaya çalışıyordum. Sanki gözle görünür bir pislik taşıyordu ve o pislik her an bana sıçrayabilirmiş gibi bir tiksintiyle bakıyordum ona. İğrenmemi bastırıp zorla kaldırdım kafamı, yüzüne baktım ama beklediğimin tersine anlamsız bir neşe vardı gözlerinde. Yüzü gülmüyordu, mimiklerini ustalıkla saklıyordu ama gözlerinin parıltısından anlıyordum ben. Mutluydu. Işıl ışıldı gözleri. Kafamda ne senaryolar ne sahneler canlandırdığımı tahmin edebilirsiniz. Çünkü o an onu mutlu edecek tek bir şey geliyordu aklıma ve bu midemi bulandırıyordu. İğrenmenin seviyesi kat be kat artarken dayanamayıp ayağa kalktım. Ağzıma geleni saydığımı hatırlıyorum. Her şeyi açık açık saydım, ‘aranızdaki ilişkiyi biliyorum, nasıl yaparsınız, sen benim kardeşim gibiydin, bir erkek için…’ falan filan diye iyice dramanın dibine vurdum. Gözlerindeki neşenin yavaş yavaş sönmesini zevkle izledim ne yalan söyleyeyim. Beni aptal yerine koymanın, arkamdan böyle bir iş çevirmenin ne demek olduğunu şimdi anlıyordu işte. Utanmak bile az gelirdi ona.

Yüzündeki neşe sönmüştü evet ama beklediğim gibi bir yıkılış göremiyordum hâlâ. Yüzsüzce gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. “Ne bakıyorsun öyle, bir şey söyle. Biliyorum her şeyi diyorum söyleyecek bir şeyin yok mu?” diye avaz avaz bağırdım. Belirgin bir tiksintiyle “İğrençsin!” dedi tükürür gibi. Neye uğradığımı şaşırdım. Bir de utanmadan üste çıkıyordu. Ben iğrençtim öyle mi? Her haltı yiyen onlar, iğrenç olan ben. Pes!

Gözümden ateş çıkarken tam bağırmaya hazırlanıyordum ki evin farklı köşelerinden insanlar çıkmaya başladılar sakince, korkarak. En son çıkan kişi de O. Elinde koca bir çilekli pasta, üstünde ‘İyi ki doğdun Balım’ yazıyor. Yüzündeki ifadeyi ölsem unutmam. Elim ayağım hatta vücudumun her zerresi uyuşmuştu. Hareket dahi edemedim. Tüm o imalar, laf atmalar, kahve yapma bahanesiyle mutfağa gidip fısır fısır konuşmalar… Birkaç gün vardı doğum günüme, gitmeden sürpriz yapmak istemişler. Asıl sürprizi ben yapmış oldum tabi. Herkes bir pisliğe bakar gibi bakarak yanımdan geçip gitti. Üçümüz kaldık. Öylece duruyoruz. Ben söyleyecek bir tek mantıklı kelime arıyorum zihnimde. Büyük bir gayretle ağzımı açtım. “Ben…” dedim. Ev arkadaşım tokat gibi yapıştırdı cevabını. “Evet, hep sen. Varsa yoksa sen. Biz zavallılarda senin çevrende dolaşan uydular. Aç gözünü de dönüp bir kendine bak. Pisliğe bulanmışsın!”

Gerçekten tokat atsa daha az acırdı canım. Sustum. Yanımdan geçip gitti. Son bir gayretle O’nun yüzüne baktım. Yere bakıyordu. Pasta hâlâ elinde. Yutkundu. Pastayı masaya koydu. Bana değmemeye özen göstererek yanımdan geçip gitti. Bu kadar kibardı işte. Ağzını açıp tek bir şey söylemeden beni kendimle bırakıp gitti. Uyuşmuş bir halde odama gittim. Eşyalarımın hepsini topladım. O günden sonra hiçbirini görmedim. Tatil sonrasında da, başka bir zamanda da o şehre hiç dönmedim. Okul da yalan oldu. Oraya bir daha dönmem dedim aileme. Bir iş buldular bana. Yaşayıp gittim öyle. Ne okul, ne diploma, ne kariyer... Hiçbir şey kalmadı elimde.

Şimdi evli, bir çocuk annesiyim. Bu kadar zaman sonra bile aklıma geldiğinde içim sızlar. Kim bilir nasıl olurdu hayatım. Kim bilir kimlerle, nerelerde olurdum. Günlük dertlerim neler olurdu?

Ne zaman bu sorulardan boğulsam kendimi doğaya atıyorum işte. Ağaç, deniz, yıldız, dağ, tepe, uçurum… Hangisi olduğu fark etmez, yeter ki kaybolayım içinde...



*Müzik önerisi: Sezen Aksu- Küçüğüm    

Yorumlar

Popüler Yayınlar