FIRTINA
Dinmek bilmeyen bir fırtına vardı
günlerdir şehirde. Öyle bir fırtına ki; sadece eşyaları, ağaçları, çatıları
değil insanın ruhunu, enerjisini de uçuruyordu göklere. Ne dışarı çıkmak
istiyordu ne de evinde kalmak. Sıkışıp kalmış gibi hissedip bir yandan da
dışarı adım atmaya çekiniyordu. Televizyonu açıp beynini uyuşturmak istedi.
Çünkü kafasında kurdukça içinden çıkılmaz bir döngüye giriyordu. Televizyonu
açıp kumandadan rastgele bir tuşa bastı. Ekrandaki kadın kendini parçalarcasına
evde yapılabilecek ucuz cilt bakım kremlerinden bahsediyordu. Boş boş ekrana
bakıp kendini oyalamaya çalıştı. Çok geçmeden beyni gözlerinden bağımsız başka
şeyler görmeye, hayaller kurmaya başladı. Ne zaman bir şeyler kafasına takılsa
kendini oyalardı. Oturup o konu üzerinde düşünüp kökten halletmek yerine
koşarcasına kaçardı. Farkındaydı kaçtığının ve işin garibi bu durum onu
rahatsız etmiyordu. Neticede herkes problemleriyle farklı yollarla başa çıkar.
Onun yöntemi de buydu. Fakat bu kötü hava koşulları işe gitmesine, dışarıda
yürüyüş yapmasına, kendisini oyalayabilecek her türlü aktiviteye engel
oluyordu. Mecburen bir yetişkin gibi davranıp problemi üzerinde kafa yorması
gerekiyordu.
Kendisini ve annesini yıllar önce
terk edip başka bir kadınla evlenen babasıydı problemi. Yaşı çok küçükken
annesinin çektiği tüm sıkıntılara, acılara, gizli gizli ağlamalarına şahit
olmuş; ruhuna derin yaralar işlemişti. Çekilen yokluk fazlaydı tabi ama en
kötüsü bu değildi. Yaşadığı psikolojik şiddet çok çok daha yıpratıcıydı.
Annesiyle birlikte dedesinin evine yerleşmiş ve geri kafalı dedesi tarafından
annesinin her fırsatta aşağılanmasına şahit olmuştu. Üstelik bu eziyet sadece
annesine değil, kendisine de yapılıyordu. Evin torunu gibi değildi asla. Evde
yapılması gereken bir iş mi var? “Koş!” Dışarıdan bir şey mi lazım? “Hemen al
gel!” Evde bir şey mi kırıldı? “Kesin sen yaptın!” Ne yaparsa yapsın, ne kadar
uğraşırsa uğraşsın yaranamıyor bu da kendine güvenmeyen bir insana dönüşmesine
neden oluyordu. Annesinin yoğun ve iyileştiren sevgisine rağmen içinde biriken
nefret çok fazlaydı. Özgüvensiz hali onun okulda herkese alay konusu olmasına
da neden olmuştu. Herkesin aşağılamalarından kurtulmak ve arkadaşlarına kendini
kabullendirmek, sözün kısası ‘sert çocuk’ olabilmek için okulun en belalı
tiplerinin ortamlarına girmişti. İşte her şeyin miladı o zaman oldu. Önceden
onun yüzüne karşı alay edenler şimdi gördükleri yerde kaçıyor, selam vermeye
tenezzül etmeyenler kendisine ‘abi’ diye hitap ediyorlardı. Uzun bir süre bu
gücün sarhoşluğuyla ayağı yere değmedi. Bir şekilde düşe kalka liseyi de
bitirince bu pis ortamlardan kurtulmuştu. Annesi de bu süreçte oldukça
yıpranmıştı tabi. Önce kocası, sonra oğlu… Kadının etrafındaki hiçbir erkek ona
huzur vermemişti. Büyüyüp akıllandığında asıl yapması gerekenin annesini artık
rahat ettirmek olduğunu kavramıştı ancak annesi evlenmeye karar vermişti. Daha
doğrusu dedesi annesini buna karar vermeye zorlamıştı. Canına tak eden kadın
kaçıp kurtulmak için evlenmeye razı oldu da denilebilir.
Bu durum onu çok yıprattı. Çünkü
kendisini hiçbir yere, hiç kimseye ait hissetmiyordu. En güvendiği insan
annesiydi ve artık o da gidiyordu. O dönem üniversiteyi falan boş verip, bir
işe girdi. Annesiyle evlenecek olan adamdan asla para almayacağı için kendi
kendini beslemesi gerekiyordu. Bu hırsı onu kamçılamıştı. Birkaç sene içinde
esnaflığı kavrayıp kendi dükkânını bile açmış, bağımsız yaşamaya başlamıştı. Annesiyle
hâlâ yakından ilgileniyor, mutlaka haftada 2-3 kere baş başa vakit
geçiriyorlardı. Hayatı bir şekilde düzene girmişti.
İki gün önce kapısı çalındı,
açtığında hayal meyal hatırladığı bir sima vardı kapıda. Üvey annesi. Babasının
çok hasta olduğunu, sürekli kendisini sayıkladığını anlattı. Geçen sene kanser
teşhisi koymuşlar, her yere gitmişler ancak bir türlü şifa bulamamışlar. Doktorlar
umudu kesmiş artık. Yapabilecekleri tek şey ölüm döşeğindeki bu zavallı adamı
rahat ettirmek, son günlerinde mutlu etmekmiş. Onun da aklına oğlu gelmiş.
Neticede bir baba için oğlundan daha kıymetli kim olabilirmiş ki? Kadın bu
cümleleri dramatik bir şekilde sıralayıp kendisini ikna etmeye uğraşıyordu ama
onun içinde bir küçük kıvılcım bile yakamamıştı. Hissettiği tek şey iğrenmeydi.
Kendisi için bir yabancıdan daha kıymetsizdi o adam. Hastalanmış ya da ölmüş, umurunda
değildi. İçinde merhametin zerresi yoktu. Yaşadığı en kötü günlerin
sorumlusuydu o adam ve şu an onun acı çekiyor olması içinde bir rahatlama uyandırıyordu.
Yaşanılan ve yaşatılan her şeyin bir bedeli vardı elbet, herkes er geç ektiğini
biçecekti biliyordu ama bunu görmek, işitmek her şeyden daha çok rahatlatıyordu
onu. Adalet her zaman iç ferahlatan bir olgudur ne de olsa… O bunları
düşünürken karşısındaki kadın ağlamaya bir kez olsun babasının yanına gitmesi
için ona yalvarmaya başlamıştı. Kadına buz gibi bir sakinlikle umurunda
olmadığını ama onun acı çektiğine çok sevindiğini söyledi. Sonra da sesindeki
soğukluğu aratmayacak bir yavaşlıkla kapıyı kadının suratına kapattı. Her ne
kadar rahatlamış hissettiğini düşünse de sarsılmıştı. O adamı, bu kadını tekrar
hatırlamak, hatta görmek, yaşayıp görmezden gelmeyi seçtiği bütün acılarını su
yüzüne çıkarmıştı. Odasına girip yatağına uzandı. Uyandığında fark etmişti ki tam 24 saat
uyumuştu. Güç bela yataktan kalkıp dışarıya bakınca da fırtınayla burun buruna
gelmişti…
Karar vermesi gerekiyordu. Asla gitmeyeceğini
biliyor, o konuda ikileme bile düşmüyordu. Tüm sorun annesine bu durumu anlatıp
anlatmayacağına karar verememesiydi. Duyarsa annesi kesin merhamet edip onu ikna
etmeye çalışacaktı, yine fazla duygusal davranıp ölümün dönüşü olmadığını,
sonra çok pişman olabileceğini falan anlatacaktı. ‘Affetmek büyüklüktür,
hafifletir’ de diyecekti kesin. Çok severdi çünkü bu lafı. Bunların hiçbirini
duymak istemiyordu ama böyle bir haberi başkasından hele ki o kadından öğrenmesini
de istemiyordu. Kendisine gelebilen kadın annesine de giderdi. Annesini bu
durumda bırakmanın fikri bile… diye düşünürken ekranda bağıran kadın düşüncelerini
böldü;
“Her gün bir avuç kuru üzüm kalbe çok
iyi gelir!”
Kalbi kırık insanların anlayacağı bir
sinir bozukluğuyla güldü. Televizyonu kapatıp fırtınaya rağmen dışarı çıkıp
biraz yürümeye karar verdi.
YESENYA
Hikaye bitince keşke biraz daha uzun olsa diyor insan, her zamanki gibi güzeldi, emeğine sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim, beğenmene çok sevindim 😇
YanıtlaSil