Süper Kahraman
Kötümser
bir insan değilim aslında. Fazla gerçekçi denebilir belki ama kötümser değilim.
Yaşadığım olaylardan çıkardığım dersler beni böyle olmaya itmişti. Bir insan
elini attığı her şeyde problem yaşayabilir miydi gerçekten? Heves ettiği, üzerine
hayaller kurduğu, hatta belki uğruna bir şeyler feda ettiği her konuda hüsrana
uğrayabilir miydi? Herhangi bir şeyi gerçekten istemem o şeyin gerçekleşmemesi
için yeterliydi sanki. Ne zaman heveslenmekten vazgeçsem, kovalamaktan bıksam
oluverirdi ama. Durum böyleyken insan nasıl inancını kaybetmez ki? Nasıl hala ‘her
şey güzel olacak’ diye kendini avutabilir? ‘Hiçbir şey güzel olmayacak, insanlar
birbirinden daha fazla nefret edecek, her gün daha fazla masum insan ölecek,
daha az şiir okunacak, artık gökyüzünde uçurtmalar uçmayacak!’ diye haykırmak
istiyordum. Tamam, bu aşırıya kaçan bir kehanet olmuş olabilir ama gidişat bunu
göstermiyor mu? İhanetler, çıkar ilişkileri, para kavgaları bu derece artmışken
geleceğe hala umutla bakabilmek bir meziyet bana göre. Hala karşısına çıkan
insanlara saf sevgi ve güvenle yaklaşabilmek ancak bir yetenek olabilir. Herkesi
potansiyel suçlu olarak görmek de bir hastalık tabi. Sürekli diken üstünde
olmak, ‘bu insan bana ne kadar zarar verebilir’ diye ihtimalleri hesaplamak
insanı delirtebilir. Bunu bilmeme rağmen bunları yapmaktan alıkoyamıyordum
kendimi. Her seferinde kendime pozitif olmayı hatırlatıyordum. Ama artık bundan
da sıkıldım. Sürekli avutulan bir çocuk gibi hissettiriyor çünkü. Geçecek,
yarın daha güzel olacak, aslında her şey yolunda… Ağlayan bir çocuğa balon
verip oyalamaktan farksız bu kelimeler. Ben denizi seyreder halde bu
düşüncelere dalmışken birinin karşıma oturduğunu fark edip irkildim. Gördüğüm
kişi beni yanıltmadı. Sofie. Asıl adı çok alakasız aslında. Sadece onunla
muhabbetlerimiz hep hayat, yaşamak, gerçeklik gibi felsefik konular olduğu için
ve onun olaylar karşısındaki filozof hallerine başka bir lakap bulamadığımdan
ona böyle sesleniyordum. Yakın olduğum insanlara kendimden başka kimsenin seslenmediği
şekilde seslenmek hoşuma gidiyor, kendimi özel hissettiriyor. Sevdiğim insanlara
lakap takma alışkanlığım bundan. Yine kaçamamıştım Sofie’den. Ne zaman
düşüncelere dalsam, kendi başıma halletmeye çalışsam o çıkar karşıma. Çözüm bulamadığım
her konuya mantıklı bir çözüm getirir. Adeta bir süper kahraman. “Hayırdır
kaçak, nerelere daldın bakalım?” dedi Sofie, her zamanki alaycı ve gülümser
haliyle. Gülümsedim elimde olmadan. “Yine battım, çıkamıyorum” diye inledim
ağlamaklı bir halde. Sonra da biraz önce aklımdan ne geçirdiysem hepsini
anlattım ama Sofie’nin yine beni alt edecek bir çözümle karşılık vereceğini
adım gibi biliyordum. Aslında seviyordum bu durumu. Ben ne kadar sızlanırsam Sofie
o kadar dinliyor, rahatlatıyor, adeta enerji veriyordu. Sakince ve gülümseyerek
dinledikten sonra o filozof edasıyla çenesini kaşıdı. Derin bir nefes alıp
uzaklara baktı. Cümlelerini toparlamaya çalışırken hep böyle uzaklara bakardı. Konuşacaklarını
toparlamış olacak ki, bakışlarını uzaklardan gözlerime çevirdi. “Söylediğin
şeyler çok doğru. Hatta fazla abartılı bulduğun kehanetin bile doğru bir tespit
bence. Bu her durumun kötüye gitmesi hali o kadar insanın başına geliyor ki, Edward
Murphy (Mörfi) adında biri bunun kanunlarını bile yazmış. Hatta bu Murphy
abimizin felsefesi şu; “Gülümse, yarın daha kötü olacak.” Sana birkaç Murphy
kanunu sıralayım istersen. Mesela bir tanesi şöyleydi; ‘Herhangi bir şeyin olma
olasılığı, arzu edilebilirliğiyle ters orantılıdır.’ Bir diğeri de şuydu; ‘İyi
başlayan her şey kötü biter. Kötü başlayan her şey daha da kötü biter.’ Velhasıl,
anlatmaya çalıştığım şey şu ki, söylediğin şeyleri yaşayan sadece sen değilsin.
Şanslı ya da pozitif olmak nasıl mümkünse şanssız ya da negatif olmak da o
kadar olağan.” Sarsılmıştım. Söylenenlerden dolayı değil ama, bunları
söyleyenin Sofie olmasından. Ne yani şimdi beni avutup saçmaladığımı, aslında
hayatın tatlı bir pamuk şekere benzediğini falan söylemeyecek miydi? O da mı
kötümserdi? Her şey bitmişti o zaman. Sofie bile beni rahatlatamayacaksa yolun
sonuna geldim demekti. Sofie yine derin bir nefes alarak bakışlarını uzaklardan
gözbebeklerime çevirdi. “Şimdi senin önünde iki seçenek var. Var olan sorunlarını
düşünüp, sürekli kendi kendine söylenip sonra da kendine acıyacak mısın, yoksa
biraz çaba harcayarak yaşam şeklini mi değiştireceksin?” Soru bir süre aramızda
asılı kalmıştı sanki. Sorunun ne kadar ciddi olduğunu biraz düşününce idrak
ettim. Gerçekten sürekli kendine acıyan, sürekli dert yanan ağlak tiplere
dönmüştüm. Ne ara bu hale gelmiştim acaba? Gözlerimin içine bakıp adeta beynimi
okumaya çalışan Sofie’ye döndüm. “Tabi ki kendine acıyan bir zavallıya dönüşmek
istemiyorum. Ama söylediğin şu yaşam şeklini değiştirmek olayını nasıl
yapacağımı bilmiyorum” dedim. “İşin asıl kısmı o işte” dedi Sofie ve devam
etti, “ Önce kendine dürüstçe cevap vermelisin. Gerçekten yaşamak istediğin
hayat nasıl bir hayat? Buna iyice karar verdikten sonra ikinci bir soru var.
Yaşamanın mümkün olduğu hayat ne? Yani çevren, yaşam standartların, bugüne
kadar kendine kattığın kişilik özelliklerin senin nereye kadar genişlemene izin
veriyor? Bunlara cevap verdikten sonra –tekrar ediyorum, dürüstçe cevap
vermelisin- bu iki hayatın kesişimini bulabilirsin. Tüm bu adımlara karar
verdikten sonra var gücünle çalışman gerek.” Zaten karışık olan kafam hepten
çorbaya dönmüştü. Ne hayatı, ne kesişimi? Basit bir şanssızlıktan konu nerelere
gelmişti. Kafamın karıştığını fark edince Sofie durumu açıklamaya başladı. “Mesela
senin herkese yardım eden, insanlara şifa dağıtan bir insan olmak istediğini
düşünelim. Ama etrafından sürekli, ‘dünyayı sen mi kurtaracaksın, sana kim
yardım edecek, yıpranırsın dünyada kötülük bitmez...’ gibi cümleler duyuyor ve
kendine olan inancını yitiriyorsun. Üstelik çalışmak zorundasın ve yardım
isteyen insanlarla ilgilenecek zamanın yok denecek kadar az. Tam olarak yapmak
istediğin şeyin insanlara yardım etmek olduğuna karar verdiysen yapman gereken
şey şu; etrafın seni caydıran cümlelerine kulaklarını tıkayıp detaylı bir
araştırma yapman, yardım kuruluşlarına üye olup en azından bir tek insana
yardım edip kendine istediğini yapabileceğini kanıtlaman. Var gücünle çalışma
kısmı bu işte. Gerekirse işten yorgun argın geldiğin günlerde bile sana
ihtiyacı olan insanlara koşturacak, onlara para bulabilmek için tatil
günlerinde evde yatmak yerine kermesler düzenleyecek, seninle birlikte bu işe
gönül vermiş insanlarla toplantı yapacak ve uykundan bile feragat edeceksin. Sana
bunu yapamayacağını söyleyenlere inanır tembellik edersen bulunduğun
koşullardan şikayet etmeye devam edersin. Ama kendine inanır, istediklerini
elde etmeye uğraşırsan kendini sevmeye başlarsın. Tam anlamıyla mutluluk
maalesef mümkün değil, şanssızlıklar hep olacak. Ancak istediğin hayatı yaşamak
hatta bunun için çaba sarf etmek sana problemleri çabuk çözme gücü verir. Şu
anki ruh halinden daha iyi bir seçenek sanki, ne dersin?” Rahatlamıştım. ‘İşte
yine Sofie’liğini gösterdi’ dedim içimden. Boş hayaller sunmayan, avutmayan
gerçek çözümleri vardı. Kendimi daha güçlü hissetmeye başlamıştım bile. Sofie’nin
söylediklerini uygulayamayacağımı biliyordum içten içe ama bunu ona
söyleyemezdim. Dediklerine uymayacaktım ve yine tökezleyecektim. Ama olsun.
Sofie yine gelir beni kurtarır nasıl olsa… Süper kahramanların işi bu değil mi
zaten?
YESENYA
Kalemine sağlık, sanırım hayatta herkesin bir Sofie'ye ihtiyacı var. Asıl soru ise bunu bulmak için çabalıyor muyuz? Not: "Şey" kelimesini ayrı yazdığın için teşekkürler
YanıtlaSilBeğenmene sevindim, belki de Sofie'yi kendimizde aramalıyız... Not:Rica ederim :)
YanıtlaSil