Büyük Karar

Gündelik koşturmacalardan kaçıp hayattan zaman çalmayı, kendiyle baş başa kalıp hiçbir şey yapmamayı severdi. Bazen günlerce bazense sadece birkaç dakika uzaklaşırdı her şeyden. Günün en yoğun saatlerinde bile bir şekilde yalnız kalabileceği bir yer bulup, iç sesini dinler, biraz rahatlardı. Hayatın karmaşasında ayakta durabilmek için kendini sıfırlıyordu aslında. Yine böyle anlardan birinde ofisten çıkıp birkaç sokak ötedeki çay bahçesine gitti. Burayı seviyordu. Genelde yaşını almış, kafa dinlemeye çalışan insanların geldiği bir mekan olmasından mı, mekanın kedi sevdalısı son derece nahif sahibinin enerjisinden midir bilinmez huzurlu geliyordu burası. Genelde buraya kitabıyla ya da dergisiyle gelirdi. Ya da telefonuyla uğraşırdı. Bir yerde tek başına oturup sadece çevreyi izleyebilenlerden olamazdı pek. Bir şeylerle uğraşması kendini unutması gerekiyordu. Öbür türlü herkes ona bakıyormuş, yalnız oturduğu için ona acıyorlarmış gibi gelirdi. Acınası bir özgüvensizlik belirtisiydi bu belki de ama o da böyleydi işte. Ama şu an farklıydı. Yanına oyalanacak bir şey alamazdı. Kendini dinlemesi, etrafı incelemesi yani ‘sıfırlama ritüeli’ni gerçekleştirmesi gerekiyordu. Demli bir çay söyleyip çınar ağacının altındaki masaya oturdu. Çayı gelene kadar boş boş kırmızı gül desenli, kenarındaki işlemesi sökülmüş, üzerinde çay lekesi ve eski küçük bir vazosu olan masa örtüsünü inceliyordu farkında olmadan. Çayı getiren mekan sahibinin yumuşak sesinden irkilince kendine güldü. Bir şeye çok yoğunlaşınca böyle oluyordu. Soyutlanıyordu her şeyden ve o odaklandığı şeyin bir masa örtüsü ya da sararıp yere düşmüş bir yaprak olması odaklanma derecesini değiştirmiyordu. Çayını önüne alıp şekere uzanacaktı ki durdurdu kendini. Şekeri bir ay önce bırakmıştı ama el alışkanlığının bundan pek haberi yoktu. Bardağın içindeki kaşığı aldı, bardağın dudak kısmına iki kere hafifçe vurup kenara koydu. Eskiden onu sinir eden bu hareketi kendi yapıyordu artık. Eee, her şeyin bir raconu vardı sonuçta. Bu da çayı şekersiz içmenin gerekliliğiydi. Çayından bir yudum alıp etrafı incelemeye başladı. Sol çaprazındaki masada kahverengi kasketli, kemik gözlüğü burnunun ucuna düşmüş, elleri zayıf ama kendi tombul yaşlı bir adam gazete okuyordu. Başlangıçta bu adam ilgisini çekmedi ve yan masadaki kızını yemek yemesi için kandırmaya çalışan anneyi incelemeye başladı. Küçük kızın yemek yemek yerine annesinin telefonuyla oynama isteği üzerine annenin sinirlenmesi ve ardından gelen nasihatler fazla sıkıcı olunca biraz önceki yaşlıya çevirdi odağını. Az önce kendi halinde gazete okuyan adam şimdi masanın üstünde duran ufak vazoya bakıp gülümsüyordu. Bu o kadar tuhaf görünmemişti aslında kendisine. Sonuçta vazoya bakıyor ama başka bir şey düşünüyor olabilirdi. Veya o vazo ona birini ya da bir şeyi hatırlatmış olabilirdi. Ama sonrasında gülümsemekle yetinememiş olacak ki, vazoyla konuşmaya başladı. İşte şimdi izlemeye değecek bir şeyler bulabilmişti. Heyecanla yerine kurulup adamı incelemeye başladı. Burnuna düşen gözlüğü geri iterken kaşlarını kaldırması, çayını içtikten sonra bardak altlığına koymak yerine masaya bırakması, gülerken göz kenarlarında oluşan kırışıklıklar… İzlendiğinin farkında olmayan bir insanın tanıdık doğallığı vardı bu yaşlı adamda. Ama asıl soru şuydu; bir insan neden bir vazoyla konuşur? Yani neden vazo? Neden terlik ya da çam ağacı değil? Hiç yapmadığı bir şeyi yapıp ‘sıfırlama ritüeli’ni yarıda bırakarak adamla sohbet etmek istedi. Tedirgince kalktı sandalyesinden. Çay bardağını alıp usulca yaşlı adamın masasına yanaştı. Masasının önünde dikilen birini görünce şaşırıp kafasını kaldırdı yaşlı adam. Tik haline gelen gözlüğünü burnunun ucundan yukarı ittirme hareketini yapıp yanına gelen yabancıya sorgularca baktı. Yaşlı adamın bu haline gülümseyip kibarca çapraz masada oturduğunu, onun kendi kendiyle konuştuğunu (vazo diyerek adamı utandırmak istememişti) gördüğü için masaya gelip muhabbet etmek istediğini anlattı. Yaşlı adam gülümsedi ve onu masaya davet etti. Sonra usul usul, destan anlatır gibi anlatmaya başladı.
“Uzaktan öyle görünmüş olabilir ama ben kendimle konuşmuyordum yavrum. Ben 42 yıllık karımla konuşuyordum” dedi ve vazonun önüne konulmuş siyah-beyaz fotoğrafı alıp ona uzattı. Fotoğrafta kameraya son derece muzipçe gülen, uzun siyah saçlı, alımlı bir kadın vardı. Elinde olmadan gülümsedi fotoğrafa bakarken. Kadının gülümsemesi bulaşıcıydı adeta. Gülümsemeye devam ederek fotoğrafı geri uzattı yaşlı adama. “Affedin, ben fotoğrafı görmeyince kendi kendinize… Yani olabiliyor, insan kendi kendiyle konuşur…” Durumu toparlamaya çalışıyordu ama pek mümkün olmadığını görünce başını önüne eğdi ve tekrar gülümseyerek, “kusura bakmayın…” diyebildi. Son derece anlayışlı ve samimi bir gülüşle karşılık verdi ihtiyar.
“Hiç sorun değil. Kim olsa öyle zannederdi. Aslında bir nevi kendimle konuşuyordum. Yani fotoğraf sonuçta... Kendi kendine konuşmak delilikse bir fotoğrafla konuşmak zırdelilik olmalı öyle değil mi?”
Kendi yaptığı şakaya kahkahalarla gülüp devam etti konuşmaya;

“Eşimle tanıştığımda daha 10 yaşımdaydım. Komşu kızıydı o. İlk aşkım. İlk acım. Ben her anımı, her ilkimi onunla yaşıyordum. Üç yıl sonra onlar mahalleden taşındılar ama biz irtibatı birkaç yıl daha koparmadık. Her ay birkaç mektup yazardık birbirimize. Sonra azaldı bu görüşmeler tabi. Büyüdük, değiştik, başka yollar seçtik ama benim aşkım pek değişmedi. Yani değişmemiş. Onu tekrar gördüğümde anladım. Hayat işte. Taşındıkları tarihten tam on beş sene sonra rastlaştık tekrar. Kendisi edebiyat öğretmeniydi. Benim memurluk yaptığım şehre atanmış o da. Aynı şehirde olduğumuzu öğrenince hemen bir şekilde irtibata geçip bir buluşma ayarladım. O kadar heyecanlıydım ki, dün gibi hatırlıyorum. Buraya benzer bir çay bahçesiydi. Yarım saat önce gittim oraya onu beklerken yatışırım belki diye. Ama ne gezer, avuçlarım terliyordu heyecandan. Aklımda bin soru. Evlenmiş midir, değişmiş midir?.. Sonra o geldi. Oturup sohbete başlayınca bir baktım ki o gülüş, o oturuş… Bir insan hiç mi değişmez? Karar verdim. Ben bu kadınla evlenmeliydim. İki buluşma sonra teklif ettim birden. Öylece oturup çay yudumlarken sordum. Yüzük yok, hazırlık yok… Evet derkenki gülüşünü ölsem unutmam. Uzatmadan hemen ertesi ay tanıştırdık aileleri, birkaç ay sonra da evlendik. O benim karımdan çok arkadaşımdı. İkimizin de bir alışkanlığı vardır, yalnız yemek yiyemeyiz. O yüzden ben geç kalacaksam o beni beklerdi, o geç kalacaksa ben onu… 42 yıl boyunca ayrı yemek yediğimiz gün sayısı çok azdır. Alışkanlık işte. O rahmetli olalı 7 sene olacak. Ben yemek yiyemiyorum onsuz. Sonra böyle bir çözüm buldum. Fotoğrafını alıyorum karşıma, ben anlatıyorum o gülüyor. O kadar sevecen ki, ne anlatsam gülüyor.” Yaşlı adam hikayesini anlatırken gülüyordu ama o gülemiyordu. Çok etkilenmişti bu hikayeden. Öylece dışarıdan izlediği bir olayın bu kadar derine dayanması sarsmıştı onu. Yaşlı adamı dinlerken akıvermiş gözyaşları fark etmeden… Nasıl bir sevgiydi bu? Ne tür bir bağlılık? Gerçek miydi?.. Cebindeki mendili uzatıp konuşmasına devam etti yaşlı adam; “Ağlama yahu, üzül diye anlatmadım bunca şeyi. Ölüm bu, elbet gelecek bir gün. Ben de üzüldüm tabi, diğer yarımı toprağa koydum ben. Kolay olur mu hiç? Ama ne gelir elden? Giderken bile bir şey öğretti bana karım. Yaşamayı öğrendim ben. Her anı yaşamayı. Fotoğraf bile olsa hep yanımda işte. Sürekli kafamda onun sesi, her anını yaşa deyip duruyor. Oldu olası çok konuşurdu zaten.” Bir kahkaha daha attıktan sonra yüzü ciddileşti. Kendisini can kulağıyla dinleyen yabancıya dikkatle baktı. “Görüyorum ki yalnız oturuyorsun buralarda. Ya gerçekten kimsen yok, ya da kaçıyorsun insanlardan. Yapma. Emin ol yaşamak yalnız başına çok sıkıcı oluyor. Yaşadım, oradan biliyorum. Eeee… Senin de başını şişirdim tabi. Ben artık gideyim, sen de ağlama canıım! Çaylar benden olsun, hikayeyi sonuna kadar dinlemenin ödülü niyetine. Hadi yavrum, sağlıcakla…” Gülümseyerek fotoğrafını ve gazetesini alarak uzaklaştı yaşlı adam. Oturduğu yere mıhlanmıştı sanki. Adama bir iyi günler bile diyememişti, çay için teşekkür edememişti. Hikaye sarsmıştı onu. Bir şeyleri değiştirmenin vakti gelmiş olmalıydı, bu kadar etkilenmesinin bir sebebi olmalıydı. Sakin sakin kalktı. Yürürken annesini aradı. Büyük kararlar vermeden bir annenin sesini duymak her zaman iyi gelirdi…
                                                                                                 
                                                                                                    YESENYA

Yorumlar

Popüler Yayınlar