Yargılamak
Hamak ufak ufak
sallanırken ve kulağında mırıltıyı andırarak adeta ruhuna akan şarkıyı*
dinlerken okuduğu kitabı bitirdi. Usulca kapattı kitabı. Her zaman yaptığı gibi
kitabın önermesini, çıkarılacak derslerini, hikayesini, kahramanlarını kendiyle
tartışmaya başladı. Ne katmıştı bu seferki eşsiz deneyim? Ne anlatmıştı? Her
kitaptan sonra yapardı bu iç tartışmayı. Böylece kendini okuduğu kitaba daha
yakın hissediyordu. Anlatılan hikayeyle bütünleşiyordu adeta. Kendiyle yaptığı
beyin fırtınası bitince biraz ilerde elindeki ufak çubukla toprağı kazmaya
uğraşan oğlunu seyretmeye başladı. Her zaman toprakla, bitki ve hayvanlarla
haşır neşir bir çocuktu zaten. Büyüdükçe bu ilgisi azalır zannederken
katlanarak artıyordu ve bu durum onu çok mutlu ediyordu. Bilgisayar oyunlarına
bağlı olan bir çocuktan ziyade doğayla iç içe bir çocuk yetiştirdiğine
memnundu. Ona göz kulak olmak için yanında oturan yardımcısına bile ihtiyacı
yoktu aslında. O kadar uslu bir çocuktu ki… Uzun uzun inceledi doğurduğu
varlığı. Can verdiği, ruh verdiği canlıya hayrandı adeta. Ağzı, burnu, gülüşü,
kızarken kaşlarını çatması, hıçkırması ve daha milyonlarca detay… Hepsi
mükemmellik derecesindeydi ona göre. En zeki, en güzel gülüşe sahip olan,
hapşırırken en tatlı sesi çıkaran, parmakları en muntazam kişi onun oğluydu
sanki. Ortamlarda çocuklarını öven insanlardan oldu olası nefret ederdi aslında.
Dünyada bir tek onların çocukları var, bir tek onlar başarılı, bir tek onlar
iyi niyetli gibi sürekli çocuklarından bahseder böyle tipler. Hangi okula gittikleri,
hangi işlerde çalıştıkları, aldıkları maaş, evlendikleri eşleri… Çocuklarıyla
ilgili her şeyi mükemmel şeylermiş gibi anlatırlardı. Annesinin arkadaşlarının
yanında oturmayı bu yüzden sevmezdi çoğu zaman. Ama işte tam şu anda anlıyordu
o kadınları. O kadar yargıladığı halde o da o annelerden biri olmuştu işte. Hep
oğlundan bahsetmek, hep onu övmek, dağa taşa oğlunun ilk adımlarını nasıl
attığını anlatmak istiyordu. Okuduğu kitabın ve bulunduğu huzurlu ortamın
etkisiyle sorgulamaya başladı. Yargılamak… Başkasının kendi hayatıyla ilgili
yaptığı bir şeyi ya da aldığı bir kararı utanmazca ölçüp biçmek ve bir sonuca
varmak. Bu küstahlığın sonu yargıladığın her şeyi harfiyen yaşamak oluyor. Kendi
içindeki felsefeye devam etti. İnsanı düşündü. İnsanları hep evrene benzetirdi.
Her birimiz adeta evrenin küçültülmüş birer kopyasıydık ona göre. Hepimizin
içinde bizi yutan kara delikler, çağlayan olup bizden dışarı taşan beyaz
delikler, sürekli birbirine açılan kapılara benzeyen solucan delikleri,
hayatımıza girip uzun ya da kısa süre parlayan ve sonrada görkemlice kayıp
giden yıldızlar… Evrendeki kara delik insanda verilen yanlış kararlara, beyaz
delikler fark yaratabilmemiz için bahşedilen yeteneklere, solucan delikleri
bize neyin iyi neyin kötü geldiğini anlayamadığımız ve sürekli başa dönüp
düşünmek zorunda kaldığımız olaylara, yıldızlar da hayatımıza giren ve vakti
gelince çıkan insanlara benziyordu ona göre. İnsan aslında minimalize edilmiş
bir evrendi. Kendi başına bir mucizeydi. Bunları oğlunda görüyordu işte. Onu
her an o kadar inceliyordu ki, bir şeylerle bağdaştırma gereği duymuştu ve o da
en güzel benzetmenin kusursuz evrene benzetmek olduğunu düşünmüştü. Bunu
yaparken yine oğlunu mükemmelleştirmeye çalıştığını fark etmemişti tabi ki. Artık
neredeyse duran hamaktan usulca indi. Kitabını ve cümlelerin altını çizebilmek
için yanından ayırmadığı kalemini hamakta bırakıp oğlunun yanına gitti. Kocaman
bir öpücük kondurdu oğlunun pamuktan yumuşak yanağına ve günde en az yirmi kere
tekrarladığı cümleyi usulca fısıldadı yine:
“Sen, yaptığım en güzel şeysin.”
(* Şarkı önerisi: Muse-
Unintended)
YESENYA
Yorumlar
Yorum Gönder